19 Aralık 2012 Çarşamba

HODJEGERNE (2011)

Vallahi ben çok sevdim, bu ufak tefek ama acayip acar kelle avcısını. Soluk soluğa derler ya, aynen öyle bir film. Aksel Hennie'i, Max Manus'ta çok beğenmiştim. Kahramanın yaşadığı duygusal gerilimi, seyirciye kolayca aktaran, cin gibi bir oyuncu. Kendine özgü sempatikliği de tartışılmaz. Zaten bu filmde de numaralarla dolu, şahane senaryoyu arkasına alıp, müthiş bir enerji ve gayretkeşlikle döktürüyor. Hollywood'un aksiyon çektiğini zanneden, oysa gürültü patırdı ve bitmek bilmeyen bir abanmadan başka bir şey yaratamayan öküzleri, oturup seyretsinler Hodjegerne'i. Pırıl pırıl görüntüleri, onca atlama zıplamaya rağmen, işini bilen soğukkanlı kurgusu ve dozajında artistlik yapan yönetmeni Morten Tyldum'un çıkardığı iş de filmi fazlası ile seyredilir kılıyor. Eş dost bir gece seyredip, harika vakit geçirilir. 

18 Haziran 2012 Pazartesi

PROMETHEUS (2012)

Gotik öykülerde sıklıkla kullanılan bir trük vardır. Lovecraft okuyanlar çok iyi bilir: Bazı şeyleri hiç öğrenmemek gerekir! Onları karanlık uykularından uyandırmayın! İşte büyük Ridley Scott'ın da yanılgıya düştüğü nokta burası. Uykusundan uyandırmamalıydı Xenomorphlar'ı, çünkü çok kötü uyandılar. Salya sümük, uyku sersemi ve ucuz bir uyanış oldu. Ridley Scott'taki süregelen yüzeyselleşme bu filmde de çok önemli bir kültü vurup yerle bir ediyor. Ridley Scott ve aklı evvel senaristleri Xenomorph'u bütün derinliğinden soyundurup aptal bir biyolojik silah seviyesine indirgiyorlar. Zaten film bu bakış açısında bütün gücünü yitiriyor. İnsanların bile tasarım olduğunu anıştıran yaklaşım ise filmi kurtarmıyor; çünkü Deliliğin Dağlarında adlı müthiş kısa romanı ile Lovecraft bunu yapalı neredeyse yüz sene oluyor. Zaten film teknik, biçim ve oyunculuk açısından da çok uzağa gitmiyor ve eli yüzü düzgün çekilmiş, aksiyonun ciğerleriyle soluyan bir çok benzerinin ayaklarının dibine düşüyor. Charlize Theron oyunculuk yönetimi yüzünden oynayamıyor, Michael Fassbender abartıldığı gibi müthiş bir oyunculuk filan çıkartmıyor. Bırakın onu, müthiş öncülü Ian Holm'ün yanına bile yanaşamıyor. Nerede Ash'in filmin hemen başında tedirgin eden sinsi yorumu, nerede David'in kişiliksiz, şablon yorumu. Velhasıl nereden baksan elinde kalıyor film. Scott, Xenomorph kültünün sonunu getiriyor. Halbuki öykünün başına dönmek fikri çok güzeldi; ama Xenomorphlar'ın gerçek kökenlerini, evrimlerinin ne olduğunu, hatta kaynaklandıkları orijinal gezegeni görebilseydik. Oysa şimdi elimizde içi boşaltılmış, ucuz bir kimyasal silah imgesi kaldı. Ridley Scott artık bitmiş. Zaten milletin müthiş film diye kıçını yırttığı Gladyatör öküzlüğünü de hiç sevmemiştim ben. Bu da Prometheus değil, kırometheus olmuş. 

27 Mayıs 2012 Pazar

PERFECT SENSE (2011)



Değişik hiçbir şey yokmuş, her şey aynıymış, her gün yine aynı günmüş gibi sinsice başlıyor film. Sonra durup dururken sokaklarda, iş yerlerinde, otobüslerde yıkıcı bir hüzne kapılıp ağlayan insanlar görülmeye başlıyor. Bu krizlerin ardından koku alma duygularını yitiriyorlar. Derken tat alma duyusu da dumura uğrayan ve yok olan insanlar belirmeye başlayınca işin rengi değişiyor ve küresel bir salgın olduğu ortaya çıkıyor meselenin. Bu ortamda da Susan'la Michael'in aşkı filizleniyor, yaşamaya çalışıyor. İnsanlar duyularını yitirdikçe hep bir şekilde yeniden devam etmeyi başarıyorlar. Örneğin tat alma duyusu yitirildiğinde restoranlar daha renkli yemeklere geçip, görsel yemeklerle varlıklarını sürdürmeyi başarıyorlar. Sanki günümüzün bir eğretilemesi gibi duruyor bu soğuk yaklaşım. Gittikçe gerçeklerinin yerine sahtelerinin geldiği bir dünya. Plastikten çilekler ve domatesler, robot tavuklar, imal edilmiş balıklar, etiketli elmalar vb. Onlar da tattan arındırılmış ve sadece şekle indirgenmiş değil mi? Film insanın yabancılaşmasını adım adım anlatıyor, her duyu yitimi, bu yabancılaşmanın başka ve daha koyu, daha geri dönülmez bir aşamasını gösteriyor. Duymanın yitimi, zaten kimi dinliyoruz ki? Sadece kendimizi der gibi. Görme yitimi, kimi görüyoruz, etrafımızda olan biteni görüyor muyuz gerçekte der gibi. Sonunda insanlar derin, korkunç bir karanlıkta bir birlerini yitiriyorlar. İnsan uygarlığının sonu derin ve sessiz bir karanlık. Bu karamsar bakışta gerçek payı yok değil. Yine de tüm bunlara rağmen, güçlü konusunu, iki insan arasındaki umutsuzca tükenen aşk temasına fazla asılarak, gerektiği kadar etkin kullanamıyor yönetmen David Mackenzie; ama pekala seyredilir. Kasvetli ve düşünceli bir akşamüstü filmi olarak. 

26 Mayıs 2012 Cumartesi

RED, WHITE & BLUE (2010)

Hem yazıp hem yöneten Simon Rumley'in hasta bilinçaltından çıkma, snuff'ın sınırlarını kollayan, garip, rahatsız edici gerilim filmi. Yine de isminden de anlaşılabileceği gibi bir Amerikan toplumu eleştirisi var filmde. Hem de film boyunca her yerde rastladığımız Amerikan bayrakları ile bize kendini hiç unutturmayan, bilinçsiz bir faşizmin altını çizerek. Burası Amerika, artık öylesine hastayız ki içimizdeki insan ölüyor da demek istiyor bir yandan. Yasaları da hiçe sayıyoruz. Biz kendi yasamızı kendimiz koyarız, hepimiz toplumsal bir cinnetten arta kalan bireyleriz. Bu söylemi geliştiren filmler çok var Amerikan bağımsız ve yeraltı sinemasında. Bu filmde de korkunç bir intikam işleniyor; ama giderek kim haklı kim haksız karıştırıyoruz. Bir yandan herkes kötü, bir yandan sanki herkes masum, sadece hastalar. Ama bütün bunlar bir yana, tuhaf biçimde kendine özgü bir anlatım yöntemine hakim, sinemayı kendi özgün anahtar deliğinden röntgenleyen, gerçeklik duygusu sağlam, şahsına münhasır bir yönetmenin elinden çıkma film. Sağlam sinirler ve sabır gerektiriyor izlemek. Yine de türün meraklısı ya da meslekten biriyseniz ilginç bir sinema dili bulabilirsiniz.  

22 Mayıs 2012 Salı

WE NEED TALK ABOUT KEVIN (2011)

Aslında son derece etkili bir konu yakalamışken, şansını analitik bir yaklaşımla kullanmayıp, konunun karizmasıyla harcayıp şarampolden çıkıyor film. Kevin'ın çocukluğunu oynayan şahane küçük oyuncu ne de Tilda Swinton kurtarabiliyor filmi; çünkü yetişkin Kevin'ı oynayan oyuncu büyük bir kast yanlışlığı olduğu gibi aynı zamanda bir odun parçası. Alacakaranlık Efsanesi filmlerinden ya da losyon reklamından fırlamış gibi bir tip. Filmin derinliğine çok sekte vuruyor. Zaten filmin en büyük gafı da Kevin karakteri. Niçin katil olduğunu asla anlayamıyoruz Kevin'ın. Hangi travma buna yol açtı belirsiz. Doğuştan bir yırtıcı, doğuştan bir katildi yanıtı çok zıt geçiyor. Oysa onu katil olmaya itecek bir şey yaşamadı. Film boyunca bunu görmedik. O çocukluğundan başlayarak zaten bir iblisti demeye getiriyor. Bu yaklaşım da filme çok zarar veriyor. Acı bir insan hikayesinden alıp, korku filmi yüzeyselliğine indirgiyor filmi. Ha bir korku filmi, bir thriller olarak pekala seyredilir. Oysa filmin birinci kişisi elbette Eva'ydı. Film bu noktada Eva'nın trajedisini anlatmaya daha çok yüklenmeliydi. Yönetmen Eva'ya da boş gözlerle bakınca, film de bu boşluktan nasibini almış. Gus Van Sant'ın Elephant'ıyla akrabalar ama büyük kuzen Elephant her şeyiyle çok daha iyi ve esaslı bir filmdi. 

14 Mart 2012 Çarşamba

THE ARTIST (2011)

Jean Oscar jürisine gülerken... 
Amerikan film akademisinin bokunda boncuk bularak en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi erkek oyuncu ve filan falanla ödüllendirdiği pek güzide ve yaratıcı film. Bense seslerin canlandığı bir dünyada, sesini bulamayan bir oyuncunun, o birkaç dakikalık etkileyici dehşetinden başka derinlemesine hiçbir şey göremedim bu filmde. Hugo her açıdan beş basardı. Büyük haksızlık. Ayrıca yılların ustası Martin Scorsese'e de büyük bir ayıp. En iyi yönetmen ödülünün Michel Hazanavicius'a verilmesi de bu anlamsız yüzeysel değerlendirmeye tüy dikiyor adeta. Çünkü Hugo'nun birkaç sekansı bile The Artist'i tümüyle ezer geçer. The Artist sinemaya gidip de salondan dolu dolu bir duygu ile ayrılmak isteyenlere göre bir film değil. Ama zaten kim sinemaya gidip onu hiç ilgilendirmeyen bir tarih ve geçmişte kalmış bazı serzenişleri izlemek ister ki? Eyvallah Hugo'nun da benzer bir konusu vardı bu minvalde ama şahane görselliği, ilginç karakterleri, şık sinematograf-isi, üstün sanat yönetmenliği bu farkı fazlasıyla kapatıyordu. Hitchcocok ustanın da buyurduğu gibi çoğu kez sinema hayattan değil, pastadan bir dilimdir; ama The Artist Fransız sosuyla yapılmaya çalışılmış yavan bir hamburgerden fazla değildi bana kalırsa. Üstelik en iyi oyuncu ödülünü alan Jean Dujardin'de de  hamburgerciden fazla The Artist kumaşı yok. Uyumadım ama uyuyakalmayı canım çekti doğrusu seyrederken. 

10 Mart 2012 Cumartesi

DRIVE (2011)

Burada bir filmden çok bir yönetmenden bahsetmek daha doğru olacak. Eli yüzü düzgün yalın öyküsü ile elbette belli bir çizginin üstünde ama klişelerden de payını almış, bilindik bir suskun kahraman senaryosu karşımızdaki nihayetinde. Uzaktan Dirty Harry'i ve Le Samourai'ın küçük kuzeni bir karakterin yalın ve keskin öyküsü. Bir kez duygulara bulaşınca dengesini yitiren, soğukkanlı profesyonelin, giderek insanca trajedisi ve çöküşüne dönüşen bir öykü anlatıyor film. Ama asıl önemli olan yönetmenin görsel bir dil oluşturmaktaki soğukkanlı mahareti. Film boyunca, ilgili sahne bitene kadar neredeyse yerinden kıpırdamayan kameraya dikkat. Olaylar hep bizim koltuğumuzda çakılı kaldığımız yerden tanık olduğumuz sabit bir çerçevenin içinde geçiyor. Dışarıdan davetli davetsiz bütün öğeler bu çerçevenin içine girip çıkıyorlar; ama bazen onca enerjiyle yüklenen çerçeve asla kıpırdamıyor ve duygusuz bakışını değiştirmiyor. Kameranın bu hantal tavrına rağmen yönetmen Nicolas Winding Refn ortaya son derece canlı bir film çıkartıyor ve bir anlamda dokusu uyuşmayan bu iki aygıtı, yani enerji ve durağanlığı bir arada ustalıkla kullanarak bir tür gövde gösterisi yapıyor. İzleyin ve yönetmen görün. Üstelik ilginç bir durum var: bu haliyle ütopik mükemmellikte bir Türk yönetmenini andırıyor sanki. 

23 Şubat 2012 Perşembe

MELANCHOLIA (2011)

Lars von Trier'in insan yalnızlığının buzdan çölüne gözlerini kırpmadan baktığı, vampirin kalbindeki kazık gibi son filmi. Giderek filmin kurcaladığı asıl yaranın insan yalnızlığı değil, insanın kendi yalnızlığına karşı olan duyarsızlığı olduğunu da anlıyoruz. Bu daha korkunç. İnsanı terk edilmiş bir hayvan gibi şuursuz yapan işte bu duyarsızlık. Yalnızlık bilinçsizliği diyebiliriz bu şifa bulmaz hastalığın adına. June evrende yapayalnız olduğumuzu söylüyordu. Ya gerçekten öyleyse? Peki biz ne yapıyoruz o zaman? Hala arabaların, malın mülkün, refahın, giysilerin, mücevherlerin peşindeyiz. Sonsuz boşlukta ne yapacağız bunları? Kendimizi avutmamız devasa körlüğümüzden başka nedir ki? Oysa çiçekler, kuşlar, sevgi, gelecek, çocuklar, aile, değer verdiğimiz ne varsa hepsi anlamsız bir kandırmaca ve biz öylesine bir sersemlikle yapışmış durumdayız ki elimizde olduğunu zannettiğimiz bu sahte iskambillere. Ne var ki bunların hepsi kaosun kara camında çırpınan sinekler. Ancak Melancholia yaklaşmaya başlayınca biraz uyanabiliyoruz. Claire gibiler ise hala uyanamıyor. Tüm dünya yok olurken sadece kendi yok oluşunun kaygısıyla uğraşacak kadar bencil. Ölürken bile başka birinden bir şeyler isteyebiliyor. Abraham'ı acımasızca döverken insanlık adına tiksindiğimiz June, marazi içselliği ile ondan daha yürekli çıkıyor sonuçta. Üstelik neydi o düğünün sonundaki fasulye yarışmasının anlamsızlığa tüy dikişi. Sanki her şeyin boşunalığı bir şişeye sığmış gibiydi. Biz de öyleyiz sonsuzlukta sürüklenen fasulyeler. Filmin tüm karakterleri de öyleydi: sonsuz bir uykuda ve o ölçüde kibirli, işe yaramaz yaratıklar. Kimse hiçliğin gazabından kaçamaz! O giysilerin, zenginliğin ve ihtişamın içinde yine de cahil, kırılgan maymunlar vardı. İnsanın evren karşısındaki çaresizliğine bakınca dehşete kapılıp içimizin sızlamaması imkansız. Eğer hala biraz erinç duyabiliyorsak ve hiçbir şeyi sorgulamadığımız hakkında bir şüphemiz yoksa ciddi biçimde yolunda gitmeyen bir şeyler var demektir. Bu noktada "Varoluşçuluk insancıllıktır" diyen Sartre'ı anlıyorum sanki. 


O yaklaşan mavi gezegen elbette dünyadan başka bir şey değildi. Sadece sonsuzlukta, bizim anlam verme çabamızdan sıyrılmış, çırılçıplak bir halde üstümüze doğru geliyordu o kadar. Tıpkı gözlerini dikmiş zalim bir kesinlikle izimizi süren ölümümüz gibi. Bir seyirlik ölümün kasvetli tadına bakmaktan çekinmeyen seyirciye öneriyorum bu metaforlarla dolu bıçak sırtı filmi. Sonrasına karışmam. Aman köprüye dikkat! 

22 Şubat 2012 Çarşamba

MIDNIGHT IN PARIS (2011)

77 yaşına gelen Woody Allen'ın Gil karakteri ile kendine alter ego olarak Owen Wilson'ı seçtiği, (aynı Woody gibi  kendisine pek yakışan beceriksiz bir performansla canlandırmış) romantik fantastik komedi kulvarında koşan son filmi. Fazla ip ucu vermeden özetlersek şirret nişanlısı ile Paris'e gelen başarısız yazar Gil'in aşkı keşfederek yeniden kendini buluşunun öyküsünü anlatıyor yumuşacık esprili bir kalemle. Sarı kahverengi renkleri, ahşap estetiği ile de klasik bir görsel güzelliği var filmin. Bu anlamda Woody Allen'ın görselliğini en önemsediği filmlerinden biri diyebilirim. Ayrıca dünya sanatına mal olmuş birçok ünlü ismi cesurca bir araya getiren senaryosu, bazılarınıza klişeler örgüsü gibi gelecek olmasına rağmen benim hoşuma gitti. Arkasında yaşlı bir aklın olduğunun bariz bir şekilde anlaşılmasını bir yana bırakırsak çok samimi geldi bana öyküsü. Oscar'da bir şeyler hak ediyor ama bilemedim ne olduğunu. Seyredip siz karar verin en iyisi. 


Not: Bu gün itibari ile Oscar'da en iyi senaryo ödülünü alarak beni haksız çıkartmamıştır. Öhö.. öhö. 

THE DESCENDANTS (2011)

Alexander Payne'nin hem yazıp hem yönettiği Oscar yarışında da ön saflarda koştuğunu Golden Globe ödüllerinde belli eden, cilasız milasız pek kendi halinde kara ya da gri komedisi. Film aileden emlak zengini Matt King'in (George Clooney) başına gelen berbat şeyleri anlatıyor usul usul, acele etmeden. Filmin hemen başında Matt'in karısı bir deniz kazası geçirir ve komaya girer. Matt ve kızları kadının iyi olmasını beklerken doktor acı haberi verir: kadıncağız artık bir sebze olmuştur. En iyisi fişini çekmek ve ölümünü beklemektir. Çaresiz buna razı gelen Matt dışarıya belli etmese de üzülmüştür; ama karısının kendisini aldattığını öğrenince vicdanı ve geçmişiyle hesaplaşmaya girişir. Şirret kızı ve et kafalı erkek arkadaşı da ona eşlik ederler bu yolculukta. Bize yeni bir şeyler vaat etmeyen, yönetmenlik olarak da çok ışık saçmayan ama konusunun matlığına uygun pastel tonlarda seyreden ve birkaç küçük espriye yaslanarak işi bitiren film yine de seyredilmeyi hak ediyor. Benzerlerini çok gördük lakin bir tanesini daha görmemizde sakınca yok. Oscar'da favorim değil. 

14 Şubat 2012 Salı

WHERE THE WILD THINGS ARE (2009)

Spike Jonze gibi Being John Malcovich ve Adaptation gücünde satirik ama derin düşünmelere imza atmış bir yönetmenin niye çektiğini ancak film bittikten sonra anlayabileceğiniz, bu güne kadar seyretmediğim için kendimi Barny Moloztaş'tan daha salak hissettiğim, hiçbir kategoriye sokulamayacak, yumuşacık pelüşlü ama aynı zamanda pençeli şaheser. Hepimiz çocuk olmuştuk. Belli kodlanmalar ve gittikçe hayatımıza hakim olan kişisel tarihimizin baskısı yüzünden büyüdüğümüzü zannetmemiz gayet normal. Oysa hiç büyüdüğümüz filan yok. Sadece bir gün toprak olacak şu naçiz beden büyüyor. İçeride o çocuk hala yaşamakta ve bizim yüzümüzden tutsak olarak yaşamakta. Where the wild things are'ı övmek için o kadar çok şey var ki nereden başlayacağını insan bilemiyor. Hiçbir şeye prim vermeyen harika sanat yönetmenliği ve yapım tasarımı mı desek, yoksa bir masal gibi sağ gösterip sofistik bir Yunan tragedyası gibi sol çakan içeriğinden mi? Canavarların mı daha çok canavar, insanların mı daha çok canavar olduğunu sordurtan birbirinden benzersiz karakterlerden mi? Toplamda bir çocuğun sözel olarak anlayabileceği ama anlam sondajı yaparsan bir erişkinin bile zorlanabileceği iki ağzı da keskin diyaloglarından mı? Hepsini övmek en iyisi. Bunca zaman ihmal ettiğim için kendimi Recep İvedik'i seyrederek cezalandırmayı düşündüğüm bu duygu kasırgası şaheseri eğer seyretmediyseniz hemen seyredin. Tabii o güzelim ve korkunç veda sahnesine katlanabilecek kadar cesursanız. 

8 Şubat 2012 Çarşamba

TAKE SHELTER (2011)

1978 doğumlu genç  yönetmen Jeff Nichols'un tedirgin edici tek bir temaya sıkı sıkıya bağlı kalarak anlattığı öykü, ilk önceleri hastalığı yeni derinleşmeye başlayan bir paranoyağın, potansiyel tehditlerle dolu yaşamına tanıklık ediyormuşuz izlenimini bırakıyor. Marazi karakterleri sinir bozucu bir performansla canlandıran, Bug ve My Son My Son What Have Ye done'dan tanıdığımız Michael Shannon'un canlandırdığı Curtis karakteri giderek saplantı haline dönüşen mahşersi bir fırtınanın durmadan tekrarlanan rüyalarını görmektedir. Zamanla rüyalar gerçekliğe de taşar ve Curtis korkunç şimşeklerin çaktığı devasa halisülasyonlar görmeye başlar. Curtis'in dünyasında sanki her şey mahşer gününün ön sezisi ile doludur. Böylelikle Curtis ailesini bu son yıkımdan koruyabilmek için evinin bahçesine bir sığınak yapmaya girişir ve gerekli parayı bulabilmek için her şeyini riske atar, hatta işten kovulur. Karısı dahil herkes Curtis'in kayışı sıyırdığına inanmaktadır. İşte filmin alt metni de bu noktada işlemeye başlar. Sezgilerimize ne kadar kulak veriyoruz? Varlığımızın derinliklerinden kaynaklanan sezgilerin ne kadarı yaşıyor? Daha farklı bir soru da var: İnsan kardeşlerimizin duygularına, bize anlatmak istediklerine ne kadar kulak veriyoruz? Yoksa hepimiz kendi etten hücrelerimizde, kendimizden başka hiçbir şeye kulak asmadan mı yaşıyoruz? Take Shelter bu soruların hepsine kendi provakatif, yanlı bakış açısından yanıtlar arıyor. Sonuç olarak her seyircinin değil ama sabır sahibi, ayrıntılardaki derinliğin basıncına duyarlı seyirci için sınıfı geçen etkili bir film bence Take Shelter. İzlenir. 

29 Ocak 2012 Pazar

TEXAS KILLING FIELDS (2011)

Daha önce Heat'de asistanlık yapmış genç yönetmen Ami Canaan Mann'ın, 5.6 gibi düşük İmdb puanına rağmen, tedirgin edici atmosferi, yalın, güçlü yapısı, karakterleri derinlemesine anlamasakta hissetmemizi sağlayan etkili oyunculuklarıyla seyredilmeyi pekala hak eden ilk filmi. Amerika kırsalı artık insanların potansiyel canavarlara dönüşebildiği, kötülüğün, ahlaksızlığın ve tekinsizliğin gizlice sürünerek hüküm sürdüğü çorak, hiçbir şey vaat etmeyen bir cehenneme dönüşmüştür. İnsanlar öylesine yanlızdırlar ki giderek insanlıklarını bırakırlar. Bastırılamayan cinsel istekler, alkol ve kolayca ulaşabildikleri silahlarından başka dünyalarında hiçbir şey yoktur. Herkes o kadar çok birbirine benzer ki, temelde kendinden ve dirimden nefret eden bu sayrı bireyler birbirlerinden nefret etmeye sapkın bir doğallıkla yönelirler. Tek tek bakınca bireysellikleri uç noktalarda gibi gözükür. Acayip saçları, dövmeleri, hiçbir insani kuralı iplemeyen bir konuşma tarzları vardır; ama onlara bir arada bakınca birbirlerinin kötü kopyalarından başka bir şey değildirler. Orijinal çoktan katledilmiş olsa gerektir. Kendi kendini yiyen bir canavardır aslında bu küçük hasta toplum ve yemeğe en lezzetli kısmından yani gençlerden başlar. Dedektiferimiz Texas yöresinde adını filmin isminden alan, yıllardır faili yakalanamayan genç kız cesetleri bulunan bir bölgede, yeni cinayetlerin izini sürmektedirler. Filmin en iyi tercihi katili bizden saklamaya çalışmaması zaten. En sıradan seyirci bile katilin kim olduğunu hemen anlayabilir. Yönetmenin meselesi de bunu saklamak değil. Daha korkunç bir soru söz konusudur: Acaba kaçının katilidir katilimiz? Film bu hastalıklı toplum halini anlatmakla ilgileniyor fazla sempati duymadan ve hala iyiliğin bir yerlerde yaşayabildiğinin altının çizmeye çalışıyor aslında. Bir seri katil filminden klasik beklentilerle oturmayın filmin başına; ama bu sade filmde, biraz dikkatli bakınca görecek çok şey var. Etrafta masumiyetin simgesi gibi dolaşan küçük Anne sanki derinlerde kalmış, yaşamayı unuttuğumuz saf bir duygu gibidir; ama iyi olursan yaşayamazsın. Sadece kapıların arkasında iyisindir. Dışarda berbat biri olmalısın, yoksa senden daha berbat biri gelip seni haklayabilir.Yaşamanın kuralı kötülüktür ya da her şeye rağmen iyi kalmaya çalışırsın. Bu kanunların zor ulaştığı, toz toprak gotik cehennemde biraz zor olsa da...

28 Ocak 2012 Cumartesi

THE GUARD (2011)

Michael Mc'Doagh'ın minik bir bütçeyle çektiği, sinema dünyasına, benim gerçekten başka öykülerini de görmek istediğim tuhaf bir dedektif / polis karakteri (rolüne pek yakışmış Brendan Gleeson canlandırıyor) hediye eden küçük ama seyredilir filmi. Olaylar kendi halinde, kaderine terk edilmiş bir İrlanda kasabasında geçmektedir; ama söz konusu olay küçük kasabanın hacmini  fazlasıyla aşan 500 milyon dolarlık bir kokain kaçakçılığıdır. Don Chadle'ın canlandırdığı Amerika'dan gelen FBI ajanı ve bizim derbeder, hafif çatlak kahramanımız Garry olayı birlikte çözmek için işe koyulurlar. Tabii Garry titiz ve görevine bağlı bir adam olan ajanımızı çileden çıkartır. Ta ki dost olana kadar. Filmin ilginçte bir diyalog yapısı var. Hiçbir diyalog dizini seyirciye bir şey açıklayarak bitmiyor. Hepsi sanki bir yerlerinde yarım kalmış, karakterler asıl konuşmaları gereken şeyleri konuşmamış ve kendilerine saklamış gibiler. Bu yarım yamalaklık filme ilginç bir gerçeklik duygusu kazandırmış. Karakterler sanki birbirleyile konuşmak, bir konu hakkında fikirlerini belirtmekten çok birbirlerine laf sokmak, dalga geçmekle meşgul gibiler. Garry ile annesi arasındaki garip diyalog bize duygusal ip uçları veren tek konuşma.
-Anne: Sen hep iyi bir evlat oldun Garry.
-Garry: Bunun yalan olduğunu ikimiz de biliyoruz anne.
-Anne: Olsun biz gerçekmiş gibi takılalım... 
Filmdeki FBI ajanın da dediği gibi Garry'nin saf kan bir geri zekalı mı yoksa bir dahi mi olduğunu, sondaki ip ucu hariç bir türlü anlayamasakta bu dedektif karakteri benim bayağı hoşuma gitti. Kendi liginde gayet güzel koşan bu küçük film fazla kurcalanmadan izlenmeye değer.

WARRIOR (2011)

Hüeeh baha mı didin?
Öküzün filmi olmuş tutmuş kamerasını koparmış sinema akımının pırlanta gibi bir örneği ile karşı karşıyayız, yoksa tuğla mı desem? Ayrıca filmin 8.3 gibi akıllara durgunluk veren IMDB puanından da insan kültürünün nerelere doğru gittiğini kolayca anlayabiliriz. Ya da daha kötüsü gittiği yere vardığını. Nick Nolte de böyle filmlerde boy göstermeyi alışkanlık haline getirmez inşallah. Zaten yaşlandı, onu böyle hatırlamak istemem. Gelelim ağzımızı burnumuzu kıran filmimize. Çok aksi bir arkadaş olan Tommy Irak savaşından geldikten sonra yıllardır gitmediği baba ocağına ve bu arada alkolü bırakmış olan babasına geri döner. Kendisi çok agresif suskun ve karizmatik bir arkadaş olan Tommy ringde karşısına çıkan herkesi zıbang diyerekten goyduğu tek yumruhunan yere sermektedir. Bu yüzden Sparta denen 5 milyon dolarlık serbest dövüş turnuvasına katılır. Serbest dövüş sizin anlayacağınız allah ne verdiyse karşınızdakine girişmenin sportif terimidir. Fakat bir fizik öğretmeni olan abisi de terso kalıp evi ipotek altına alınınca aynı turnuvaya katılır. Kardeşler arasındaki geçmişe dayalı derin husemet final maçında karşı karşıya gelmeleri ile çözülecektir. Bu arada namağlup Rus dövüşçü Koba'da aynı turnuvada ağız burun kırmaktadır falan filan. Çakma bir Rocky tadında ilereyen filmimiz akıllara zarar, anlamsız bir finalle bize son kroşeyi koyar. Yazanın da çekenin de ağzını burnunu kırmak gayet yerinde olur. Seyrettiğim için benim de ağzımı kırmak düşünülebilir.

27 Ocak 2012 Cuma

3 IDIOTS (2009)

OL İZ VEL!
Hintli yönetmen Rajkumar Hirani'nin çektiği safkan Bollywood işi komedi. Filme bir burun kıvırmayla ve Hint işi arabesk klişeleri aşağılayarak, hatta filmle, birazdan kapatacakmış gibi acımadan dalganızı geçerek başlıyorsunuz. Sonra bir bakmışsınız 170 dakikalık azımsanamayacak uzunluktaki süresine rağmen filmi seyretmişsiniz. Elbette insiyaki yapılan bu tercihin bazı nedenleri var. Bunların başında karşınızda son derece alçakgönüllü ve sıcacık bir film olması geliyor. Bir doğulu olarak aşina olduğumuz bütün temalar var filmde. Fakirlik, arkadaşlık, mücadele, aşk ve akla zarar dans sahneleri de cabası. Gırla giden soytarılığı saymıyorum bile. Lakin ne oluyor lan filan diyemeden kendinizi bu çok bizden, çok insan filme kaptırmış ve salya sümük gülerken buluveriyorsunuz. Hele Chatur'un bozuk Hintçesi ile dönem başlangıcında bir salon dolusu öğrenci ve öğretmenlere karşı yaptığı unutulmaz konuşma da neredeyse sinema tarihine geçecek damardan bir şaklabanlık gösterisi. Omi Vaidya isimli hiç bilmediğimiz bir oyuncunun canlandırdığı güya filmimizin kötü adamı Chatur gerçekten de unutulmaz bir portre. Sonuç olarak arkadaş, eş dost hatta ailecek izlenebilecek bu ne idiğü belirsiz uçan nesne, eski Türk komedi filmlerinin kimyasını yakaladığı gibi üstüne absürd mizahın tatlarını da ekleyip kendini seyredilir kılmayı hakkıyla başarıyor. Üstelik kusursuz teknik yapısı, mahir sinema işçiliği de ibreti alem bir ders veriyor denebilir.

26 Ocak 2012 Perşembe

THE HELP (2011)

Winter's Bone'da küçük ama kilit bir rolde izlediğimiz Tate Taylor'ın yönetmenliğe soyunduğu ikinci uzun metrajlı filmi aynı zamanda dış kulvardan atakları ile Oscar yarışına da katılıyor. The Help 70'li yılların filmlerini anımsatan tamamen eski okul bir anlayışla çekilmiş ve yer yer arabeskin acılı ve göz yaşlı damarlarına da girmekten hiç çekinmeyen bir film olmuş; ama Amerikalı siyahların korkunç tarihi göz önüne alınırsa bu kadar kusur kadı kızında da olur. Üstelik Tate Taylor, hani kim olduğunu bilmeseniz, çektiği eli yüzü son derece düzgün, neredeyse usta işi filmiyle, sizi eski kuşak taşaklı bir yönetmenle karşı karşıyaymışsınız gibi de kandırabilir. Sonuçta bildiğimiz türden Amerikan işi geç kalmış bir günah çıkarma filmi var karşımızda. Bakın hepimiz faşist Amerikalılar değiliz, bizim de içimizde insan evladı var demeye getiriyor. Tabii biz bu ayakları yemiyoruz ama şimdilik siyahi dostlarımızın hatırı için yemiş gibi yapıyoruz. Ayrıca güzel oyunculuklar diyemesek bile rolüne çok yakışan çizgisel tatda figürler de filmin bütünlüğüne katkıda bulunuyor. Eski okul sinemayı seven, göz yaşlarını pek esirgemeyen, klasik tatlardan hoşlanan seyirci için, cilalı pırıl pırıl işçiliğe, minimal ama etkili bir sanat yönetimine ve yapım tasarımına sahip bu film güzel bir tercih olabilir.

50 / 50 (2011)


Jonathan Levine'in dramın sakin sularında, anlattığı tüm insan acısına rağmen gülümseyerek ilerleyen son filmi. Adam (Joseph Gordon-Levitt) ölecek mi ölmeyecek mi gibi basit bir soruya yaslanmasına rağmen kendini izlettirmeyi başarıyor. Ölümü kendine tema edinen bir tür kendini iyi hisset filmi olmasına rağmen, benzer örneklerinin sulu zırtlak duygusallığa da düşmemeyi yalın tarzı ile baştan garantiye almış. Gerçekten hoş sahneler de var. Adam'ın ilk kemoterapi seansından kafası kıyak, sırıtarak hastaneden çıkması; pek sevmediğim ama canlandırdığı Kyle karakterine çok yakışan Seth Rogen'in, Adam'ın sevgilisini kepaze edip, üstüne vazifeymiş gibi pervasız bir sorumluluk duygusu ile evden kovuşu izlemeye değer. Üstelik sosyal yardım görevlisi, çaylak psikolog Kathrine karakterini canlandıran Anna Kendrick'te çok tatlı. Sonuç olarak nereye gittiğini çok iyi bildiğimiz ama yumuşacık insancıllığı, ukalıktan özellikle kaçınan mütavazi tavrıyla, insan yanlızlığının aşılmaz olmadığı mesajını veren ama gözümüze sokmayan bu hoş, sinek siklet film ringi yine de doldurarak izlenmeyi hak ediyor.

17 Ocak 2012 Salı

LE GAMIN AU VELO (2011)

Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne biraderlerin Cannes jürisinin ve cümle alem eleştirmenlerin kalbinin teline dokunan, ama odunluğumdan mıdır nedir benden tık getirmeyen son filmi. Halbuki dokunaklı insan öykülerinin hastasıyımdır; ama Cyril'ın öyküsü her nedense beni pek kesmedi. Bunun nedenleri var. Her şeyden önce bir insan öyküsü anlatırken dramadan bağımsız bir yapı izlenir, olaylar gerçek yaşamdaki gibi zaman zaman anomalilerin eline geçer ve beklentilerimizin uzağına düşerler. Oysa Dardenne biraderlerin filmi bir şablonunun üzerinden çabukça ilerleyerek bize bir şeyler iletmeye çalışıyordu. Pek bayıldığım oyuncu Cecile de France'ın canlandırdığı melek gibi kuaför Samantha'da bu şablonun sayesinde eriyip gidiyor aslında. Onun gerçek insanlığını anlayamadık yavan bir şablonu anladık sadece. Cyril'a gelince en iyisi, en gerçeği oydu elbette. Tüm inatçılığına rağmen, kırılıverecek nazik bir dengede duran dayanma gücüyle bütün filmin yükünü çeken karakter küçük oyuncu Thomas Doret sayesinde Cyril'dı. Sonuç olarak benim gözümde incelikli bir Kemalettin Tuğcu hikayesinden öteye gidemiyor maalesef sayın eleştirmenlerin ağız birliği içinde övgü yağdırdıkları Bisikletli Çocuk. Ne onları bu kadar etkiledi anlamış değilim. Lakin seyredilmez mi? Seyredilir elbet.