16 Ekim 2013 Çarşamba

PACIFIC RIM (2013)

Guillermo Del Toro'yu severim. Bana göre Blade 2'de belli etmişti kendini. Ayrıca Devil's Back Bone ve Pan'ın Labirenti iyi filmlerdir. Hell Boy'ları da hatırı için seyretmiştik. Üstelik Ron Pearlman abimizin varlığı yeterdi. Hem de Hell Boy'u sinemada görmek güzeldi. Lakin Pacific Rim bir harala gürele kakafonisi olmuş. Anlaşılan o ki, Guillermo filmin etkin bir öyküsü yoksa, diğer Hollywood'a transfer olan yönetmenler gibi kişiliksizleşiyor. Sanırım Producer olarak daha başarılı geçtiğimiz zaman boyunca. Timur Bekmambetov'un başına gelenin aynısı. Neydi o Abraham Lincoln Vampire Hunter rezilliği. Neyse, bu gürültü patırdı ve aşırı teknolojik Transformers vs Godzilla tadındaki gösteri beni hiç açmadı. Bir tek bizim Charlie’nin (Allways Sunny) deli tepelek varlığı bir şeyler katmaya çalışıyordu filme. 

Hiç olmazsa Kaiju denen, dünya dışı dev yaratıklar hakkında daha çok açıklamamız olsaydı ya da komutan Stacker (İdris Alba) daha az vatanseverlik nutukları atsaydı. Sayacak çok olumsuz şey var, bunları saymak yerine, sıradan bir Hollywood filminin ötesine geçememiş diyelim film için. Ama en geçerli yazıklanma keşke filmin bir öyküsü olsaydı. Guillermo’ya böylesi daha çok yakışırdı. 

14 Ekim 2013 Pazartesi

MACHETE KILLS (2013)

Dönüyormuş, hatta dönmüş. Reyiz dönme ne olur! Zararın neresinden dönülürse sinemadır. Ah be reyiz... n'aaptın?  

Bizimkiler de "Usturanın Dönüşü" diye çevirmişler filmin adını. Oysa machete pala demektir bildiğim kadarıyla. Yani palalı adam. Bir de üstüne afişi gördüğüm ilk an, kafam kıyak "Usta'nın Dönüşü" olarak okudum. İyice beynim uçtu. Bir Gezi ironisi mi yoksa bizim hüloğ'lar Holivuda el mi attı anlayamadım. Her neyse yine de manidar. Tipe dikiz. Harbiden andırıyor. İnsanın ruhunun güzelliği, yüzüne vururmuş. Neyse değilmiş, Usturanın dönüşüymüş. Oh be. 

Az daha unutuyordum, son günlerde Robert Rodriguez'i gören oldu mu? En son Kutluğ Ataman'la ayran içerken görülmüş diyorlar. Yanlarında sinemayı da çok iyi bilen malum şahıs varmış. 

19 Aralık 2012 Çarşamba

HODJEGERNE (2011)

Vallahi ben çok sevdim, bu ufak tefek ama acayip acar kelle avcısını. Soluk soluğa derler ya, aynen öyle bir film. Aksel Hennie'i, Max Manus'ta çok beğenmiştim. Kahramanın yaşadığı duygusal gerilimi, seyirciye kolayca aktaran, cin gibi bir oyuncu. Kendine özgü sempatikliği de tartışılmaz. Zaten bu filmde de numaralarla dolu, şahane senaryoyu arkasına alıp, müthiş bir enerji ve gayretkeşlikle döktürüyor. Hollywood'un aksiyon çektiğini zanneden, oysa gürültü patırdı ve bitmek bilmeyen bir abanmadan başka bir şey yaratamayan öküzleri, oturup seyretsinler Hodjegerne'i. Pırıl pırıl görüntüleri, onca atlama zıplamaya rağmen, işini bilen soğukkanlı kurgusu ve dozajında artistlik yapan yönetmeni Morten Tyldum'un çıkardığı iş de filmi fazlası ile seyredilir kılıyor. Eş dost bir gece seyredip, harika vakit geçirilir. 

18 Haziran 2012 Pazartesi

PROMETHEUS (2012)

Gotik öykülerde sıklıkla kullanılan bir trük vardır. Lovecraft okuyanlar çok iyi bilir: Bazı şeyleri hiç öğrenmemek gerekir! Onları karanlık uykularından uyandırmayın! İşte büyük Ridley Scott'ın da yanılgıya düştüğü nokta burası. Uykusundan uyandırmamalıydı Xenomorphlar'ı, çünkü çok kötü uyandılar. Salya sümük, uyku sersemi ve ucuz bir uyanış oldu. Ridley Scott'taki süregelen yüzeyselleşme bu filmde de çok önemli bir kültü vurup yerle bir ediyor. Ridley Scott ve aklı evvel senaristleri Xenomorph'u bütün derinliğinden soyundurup aptal bir biyolojik silah seviyesine indirgiyorlar. Zaten film bu bakış açısında bütün gücünü yitiriyor. İnsanların bile tasarım olduğunu anıştıran yaklaşım ise filmi kurtarmıyor; çünkü Deliliğin Dağlarında adlı müthiş kısa romanı ile Lovecraft bunu yapalı neredeyse yüz sene oluyor. Zaten film teknik, biçim ve oyunculuk açısından da çok uzağa gitmiyor ve eli yüzü düzgün çekilmiş, aksiyonun ciğerleriyle soluyan bir çok benzerinin ayaklarının dibine düşüyor. Charlize Theron oyunculuk yönetimi yüzünden oynayamıyor, Michael Fassbender abartıldığı gibi müthiş bir oyunculuk filan çıkartmıyor. Bırakın onu, müthiş öncülü Ian Holm'ün yanına bile yanaşamıyor. Nerede Ash'in filmin hemen başında tedirgin eden sinsi yorumu, nerede David'in kişiliksiz, şablon yorumu. Velhasıl nereden baksan elinde kalıyor film. Scott, Xenomorph kültünün sonunu getiriyor. Halbuki öykünün başına dönmek fikri çok güzeldi; ama Xenomorphlar'ın gerçek kökenlerini, evrimlerinin ne olduğunu, hatta kaynaklandıkları orijinal gezegeni görebilseydik. Oysa şimdi elimizde içi boşaltılmış, ucuz bir kimyasal silah imgesi kaldı. Ridley Scott artık bitmiş. Zaten milletin müthiş film diye kıçını yırttığı Gladyatör öküzlüğünü de hiç sevmemiştim ben. Bu da Prometheus değil, kırometheus olmuş. 

27 Mayıs 2012 Pazar

PERFECT SENSE (2011)



Değişik hiçbir şey yokmuş, her şey aynıymış, her gün yine aynı günmüş gibi sinsice başlıyor film. Sonra durup dururken sokaklarda, iş yerlerinde, otobüslerde yıkıcı bir hüzne kapılıp ağlayan insanlar görülmeye başlıyor. Bu krizlerin ardından koku alma duygularını yitiriyorlar. Derken tat alma duyusu da dumura uğrayan ve yok olan insanlar belirmeye başlayınca işin rengi değişiyor ve küresel bir salgın olduğu ortaya çıkıyor meselenin. Bu ortamda da Susan'la Michael'in aşkı filizleniyor, yaşamaya çalışıyor. İnsanlar duyularını yitirdikçe hep bir şekilde yeniden devam etmeyi başarıyorlar. Örneğin tat alma duyusu yitirildiğinde restoranlar daha renkli yemeklere geçip, görsel yemeklerle varlıklarını sürdürmeyi başarıyorlar. Sanki günümüzün bir eğretilemesi gibi duruyor bu soğuk yaklaşım. Gittikçe gerçeklerinin yerine sahtelerinin geldiği bir dünya. Plastikten çilekler ve domatesler, robot tavuklar, imal edilmiş balıklar, etiketli elmalar vb. Onlar da tattan arındırılmış ve sadece şekle indirgenmiş değil mi? Film insanın yabancılaşmasını adım adım anlatıyor, her duyu yitimi, bu yabancılaşmanın başka ve daha koyu, daha geri dönülmez bir aşamasını gösteriyor. Duymanın yitimi, zaten kimi dinliyoruz ki? Sadece kendimizi der gibi. Görme yitimi, kimi görüyoruz, etrafımızda olan biteni görüyor muyuz gerçekte der gibi. Sonunda insanlar derin, korkunç bir karanlıkta bir birlerini yitiriyorlar. İnsan uygarlığının sonu derin ve sessiz bir karanlık. Bu karamsar bakışta gerçek payı yok değil. Yine de tüm bunlara rağmen, güçlü konusunu, iki insan arasındaki umutsuzca tükenen aşk temasına fazla asılarak, gerektiği kadar etkin kullanamıyor yönetmen David Mackenzie; ama pekala seyredilir. Kasvetli ve düşünceli bir akşamüstü filmi olarak. 

26 Mayıs 2012 Cumartesi

RED, WHITE & BLUE (2010)

Hem yazıp hem yöneten Simon Rumley'in hasta bilinçaltından çıkma, snuff'ın sınırlarını kollayan, garip, rahatsız edici gerilim filmi. Yine de isminden de anlaşılabileceği gibi bir Amerikan toplumu eleştirisi var filmde. Hem de film boyunca her yerde rastladığımız Amerikan bayrakları ile bize kendini hiç unutturmayan, bilinçsiz bir faşizmin altını çizerek. Burası Amerika, artık öylesine hastayız ki içimizdeki insan ölüyor da demek istiyor bir yandan. Yasaları da hiçe sayıyoruz. Biz kendi yasamızı kendimiz koyarız, hepimiz toplumsal bir cinnetten arta kalan bireyleriz. Bu söylemi geliştiren filmler çok var Amerikan bağımsız ve yeraltı sinemasında. Bu filmde de korkunç bir intikam işleniyor; ama giderek kim haklı kim haksız karıştırıyoruz. Bir yandan herkes kötü, bir yandan sanki herkes masum, sadece hastalar. Ama bütün bunlar bir yana, tuhaf biçimde kendine özgü bir anlatım yöntemine hakim, sinemayı kendi özgün anahtar deliğinden röntgenleyen, gerçeklik duygusu sağlam, şahsına münhasır bir yönetmenin elinden çıkma film. Sağlam sinirler ve sabır gerektiriyor izlemek. Yine de türün meraklısı ya da meslekten biriyseniz ilginç bir sinema dili bulabilirsiniz.  

22 Mayıs 2012 Salı

WE NEED TALK ABOUT KEVIN (2011)

Aslında son derece etkili bir konu yakalamışken, şansını analitik bir yaklaşımla kullanmayıp, konunun karizmasıyla harcayıp şarampolden çıkıyor film. Kevin'ın çocukluğunu oynayan şahane küçük oyuncu ne de Tilda Swinton kurtarabiliyor filmi; çünkü yetişkin Kevin'ı oynayan oyuncu büyük bir kast yanlışlığı olduğu gibi aynı zamanda bir odun parçası. Alacakaranlık Efsanesi filmlerinden ya da losyon reklamından fırlamış gibi bir tip. Filmin derinliğine çok sekte vuruyor. Zaten filmin en büyük gafı da Kevin karakteri. Niçin katil olduğunu asla anlayamıyoruz Kevin'ın. Hangi travma buna yol açtı belirsiz. Doğuştan bir yırtıcı, doğuştan bir katildi yanıtı çok zıt geçiyor. Oysa onu katil olmaya itecek bir şey yaşamadı. Film boyunca bunu görmedik. O çocukluğundan başlayarak zaten bir iblisti demeye getiriyor. Bu yaklaşım da filme çok zarar veriyor. Acı bir insan hikayesinden alıp, korku filmi yüzeyselliğine indirgiyor filmi. Ha bir korku filmi, bir thriller olarak pekala seyredilir. Oysa filmin birinci kişisi elbette Eva'ydı. Film bu noktada Eva'nın trajedisini anlatmaya daha çok yüklenmeliydi. Yönetmen Eva'ya da boş gözlerle bakınca, film de bu boşluktan nasibini almış. Gus Van Sant'ın Elephant'ıyla akrabalar ama büyük kuzen Elephant her şeyiyle çok daha iyi ve esaslı bir filmdi.