27 Mayıs 2012 Pazar

PERFECT SENSE (2011)



Değişik hiçbir şey yokmuş, her şey aynıymış, her gün yine aynı günmüş gibi sinsice başlıyor film. Sonra durup dururken sokaklarda, iş yerlerinde, otobüslerde yıkıcı bir hüzne kapılıp ağlayan insanlar görülmeye başlıyor. Bu krizlerin ardından koku alma duygularını yitiriyorlar. Derken tat alma duyusu da dumura uğrayan ve yok olan insanlar belirmeye başlayınca işin rengi değişiyor ve küresel bir salgın olduğu ortaya çıkıyor meselenin. Bu ortamda da Susan'la Michael'in aşkı filizleniyor, yaşamaya çalışıyor. İnsanlar duyularını yitirdikçe hep bir şekilde yeniden devam etmeyi başarıyorlar. Örneğin tat alma duyusu yitirildiğinde restoranlar daha renkli yemeklere geçip, görsel yemeklerle varlıklarını sürdürmeyi başarıyorlar. Sanki günümüzün bir eğretilemesi gibi duruyor bu soğuk yaklaşım. Gittikçe gerçeklerinin yerine sahtelerinin geldiği bir dünya. Plastikten çilekler ve domatesler, robot tavuklar, imal edilmiş balıklar, etiketli elmalar vb. Onlar da tattan arındırılmış ve sadece şekle indirgenmiş değil mi? Film insanın yabancılaşmasını adım adım anlatıyor, her duyu yitimi, bu yabancılaşmanın başka ve daha koyu, daha geri dönülmez bir aşamasını gösteriyor. Duymanın yitimi, zaten kimi dinliyoruz ki? Sadece kendimizi der gibi. Görme yitimi, kimi görüyoruz, etrafımızda olan biteni görüyor muyuz gerçekte der gibi. Sonunda insanlar derin, korkunç bir karanlıkta bir birlerini yitiriyorlar. İnsan uygarlığının sonu derin ve sessiz bir karanlık. Bu karamsar bakışta gerçek payı yok değil. Yine de tüm bunlara rağmen, güçlü konusunu, iki insan arasındaki umutsuzca tükenen aşk temasına fazla asılarak, gerektiği kadar etkin kullanamıyor yönetmen David Mackenzie; ama pekala seyredilir. Kasvetli ve düşünceli bir akşamüstü filmi olarak. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder