14 Şubat 2012 Salı

WHERE THE WILD THINGS ARE (2009)

Spike Jonze gibi Being John Malcovich ve Adaptation gücünde satirik ama derin düşünmelere imza atmış bir yönetmenin niye çektiğini ancak film bittikten sonra anlayabileceğiniz, bu güne kadar seyretmediğim için kendimi Barny Moloztaş'tan daha salak hissettiğim, hiçbir kategoriye sokulamayacak, yumuşacık pelüşlü ama aynı zamanda pençeli şaheser. Hepimiz çocuk olmuştuk. Belli kodlanmalar ve gittikçe hayatımıza hakim olan kişisel tarihimizin baskısı yüzünden büyüdüğümüzü zannetmemiz gayet normal. Oysa hiç büyüdüğümüz filan yok. Sadece bir gün toprak olacak şu naçiz beden büyüyor. İçeride o çocuk hala yaşamakta ve bizim yüzümüzden tutsak olarak yaşamakta. Where the wild things are'ı övmek için o kadar çok şey var ki nereden başlayacağını insan bilemiyor. Hiçbir şeye prim vermeyen harika sanat yönetmenliği ve yapım tasarımı mı desek, yoksa bir masal gibi sağ gösterip sofistik bir Yunan tragedyası gibi sol çakan içeriğinden mi? Canavarların mı daha çok canavar, insanların mı daha çok canavar olduğunu sordurtan birbirinden benzersiz karakterlerden mi? Toplamda bir çocuğun sözel olarak anlayabileceği ama anlam sondajı yaparsan bir erişkinin bile zorlanabileceği iki ağzı da keskin diyaloglarından mı? Hepsini övmek en iyisi. Bunca zaman ihmal ettiğim için kendimi Recep İvedik'i seyrederek cezalandırmayı düşündüğüm bu duygu kasırgası şaheseri eğer seyretmediyseniz hemen seyredin. Tabii o güzelim ve korkunç veda sahnesine katlanabilecek kadar cesursanız. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder