14 Mart 2012 Çarşamba

THE ARTIST (2011)

Jean Oscar jürisine gülerken... 
Amerikan film akademisinin bokunda boncuk bularak en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi erkek oyuncu ve filan falanla ödüllendirdiği pek güzide ve yaratıcı film. Bense seslerin canlandığı bir dünyada, sesini bulamayan bir oyuncunun, o birkaç dakikalık etkileyici dehşetinden başka derinlemesine hiçbir şey göremedim bu filmde. Hugo her açıdan beş basardı. Büyük haksızlık. Ayrıca yılların ustası Martin Scorsese'e de büyük bir ayıp. En iyi yönetmen ödülünün Michel Hazanavicius'a verilmesi de bu anlamsız yüzeysel değerlendirmeye tüy dikiyor adeta. Çünkü Hugo'nun birkaç sekansı bile The Artist'i tümüyle ezer geçer. The Artist sinemaya gidip de salondan dolu dolu bir duygu ile ayrılmak isteyenlere göre bir film değil. Ama zaten kim sinemaya gidip onu hiç ilgilendirmeyen bir tarih ve geçmişte kalmış bazı serzenişleri izlemek ister ki? Eyvallah Hugo'nun da benzer bir konusu vardı bu minvalde ama şahane görselliği, ilginç karakterleri, şık sinematograf-isi, üstün sanat yönetmenliği bu farkı fazlasıyla kapatıyordu. Hitchcocok ustanın da buyurduğu gibi çoğu kez sinema hayattan değil, pastadan bir dilimdir; ama The Artist Fransız sosuyla yapılmaya çalışılmış yavan bir hamburgerden fazla değildi bana kalırsa. Üstelik en iyi oyuncu ödülünü alan Jean Dujardin'de de  hamburgerciden fazla The Artist kumaşı yok. Uyumadım ama uyuyakalmayı canım çekti doğrusu seyrederken. 

10 Mart 2012 Cumartesi

DRIVE (2011)

Burada bir filmden çok bir yönetmenden bahsetmek daha doğru olacak. Eli yüzü düzgün yalın öyküsü ile elbette belli bir çizginin üstünde ama klişelerden de payını almış, bilindik bir suskun kahraman senaryosu karşımızdaki nihayetinde. Uzaktan Dirty Harry'i ve Le Samourai'ın küçük kuzeni bir karakterin yalın ve keskin öyküsü. Bir kez duygulara bulaşınca dengesini yitiren, soğukkanlı profesyonelin, giderek insanca trajedisi ve çöküşüne dönüşen bir öykü anlatıyor film. Ama asıl önemli olan yönetmenin görsel bir dil oluşturmaktaki soğukkanlı mahareti. Film boyunca, ilgili sahne bitene kadar neredeyse yerinden kıpırdamayan kameraya dikkat. Olaylar hep bizim koltuğumuzda çakılı kaldığımız yerden tanık olduğumuz sabit bir çerçevenin içinde geçiyor. Dışarıdan davetli davetsiz bütün öğeler bu çerçevenin içine girip çıkıyorlar; ama bazen onca enerjiyle yüklenen çerçeve asla kıpırdamıyor ve duygusuz bakışını değiştirmiyor. Kameranın bu hantal tavrına rağmen yönetmen Nicolas Winding Refn ortaya son derece canlı bir film çıkartıyor ve bir anlamda dokusu uyuşmayan bu iki aygıtı, yani enerji ve durağanlığı bir arada ustalıkla kullanarak bir tür gövde gösterisi yapıyor. İzleyin ve yönetmen görün. Üstelik ilginç bir durum var: bu haliyle ütopik mükemmellikte bir Türk yönetmenini andırıyor sanki.