29 Aralık 2011 Perşembe

MONEYBALL (2011)

İşte gerçekçilikten ödün vermeyeceğim, olayı duygusal abartılara düşmeden anlatacağım derken, seyirciye bir öykü anlatmak değil, onun tarifini yapmak hatasına düşen, gerçekçiliği renksizlikle karıştıran bir film daha. Yalın, dramatik anlamda sonuna kadar işlenmemiş sahnelerle yürüyor film. Yürüyor ama minisküsden muzdarip bir beyzbolcu gibi hafiften topallayarak yürüyor. Böylelikle toplamda dramatik bir bütünlüğü yakalayamayıp bir tür özet anlatıma ulaşıyor en fazla. Bu haliyle bir kitaptan aktarıldığı da çok belli oluyor. Karşımızda sanki yazılar, sayılarla anlatılmış bir film var. Billy Beane'in kızıyla ilişkisinden, filme insancıl bir duygu katmak için medet umulmuş, ama o katkı da tutmamış filmin kimyası ile. Üstelik bir spor filmi olarak özgür ve cesur düşüncenin, kararlılık ve sebat gibi erdemlerin altını çizmeye çalışıyor, ama beyzbol gibi bir sporla insan duygusunu anlatacak bir evrenselliği yakalayamıyor. Oyunculuklar da son derece minimal. P. Seymour Hoffman gibi kaliteli bir oyuncu, böyle bir oyuncu yönetimi yüzünden kep giymiş bir odun parçasını geçemiyor etki olarak. Brad Pitt ise baş rol mankeni olarak takılıyor maalesef. 7.9 İMDB puanına rağmen karşımızda içi boş, bizi hiç ilgilendirmeyen, üstelik toplumumuza ve insanımıza da oldukça yabancı dandik bir film var sonuç olarak. Bennett Miller, Capote'de göz doldurmuştu, ama Moneyball'da gözden düşüyor. Bir dahaki sefere artık.

28 Aralık 2011 Çarşamba

HAPPY ACCIDENTS (2000)

The Machinist'in Yönetmeni Brad Anderson'ın yine akıl oyunları kulavarında seyreden 2000 tarihli filmi övgüyü hak ediyor. Çılgınlık, zaman ve aşk üzerine bir romantik komedi söz konusu olan; ama büyük Amerikan yapım şirketlerinin ısmarlama, diet duygu salatası, klişeler rehberi, osuruk filmlerinden biri değil karşımızdaki. Hayatta bir türlü mutluluğu yakalayamamış, hep yüzeysel lavuklarla takılmış Ruby'nin çılgın Sam'e nasıl aşık olduğunu anlatıyor film. İlk önceleri biraz tuhaf olduğunu anladığı Sam'in giderek acı verici geçmişinden kaçmak için sığındığı bir hayal dünyasında yaşadığına uyanıyor Ruby. Sam söylediğine göre gelecekten gelmiştir. Hem de öyle böyle değil, yapay genlerin bile üretildiği 2400'lü yıllardan. Bir zaman gezginidir kendisi. Üstelik olayları öyle ayrıntılı ve iç mantığı öylesine tutarlı bir biçimde anlatır ki, Ruby'nin bile aklını karıştırır. Sam'in geçmişi bile kendisi tarafından uydurulmuştur. Cüzdanındaki aile fotoğrafları, resim çerçeveleri satan bir dükkandan afiriklenmiştir. Lakin bizim Sam sadece bir çılgın değil acayip eğlenceli, gırgır bir arkadaştır. En basit şeyleri bile oyun haline getirmeyi başarır ve Ruby'yi garip bir ikilemin içine sürekler: bir deliye aşık olmak ya da arkasına bakmadan kaçmak. İç dinamiği güçlü sahneleri, sürükleyici senaryosuyla, zıp zıp gibi hoş küçük bir film çıkarmış ortaya, senayosunu da yazan yönetmen. Filmin sonunda bizi ters köşeye yatıran sürprizleri de söylemeyeceğim, ama harika oyunculuklar (Marisa Tomei, Vincent D'onofrio) ve donuk, keskin bir portre çizen Two and Half Man'in muzip Holland Taylor'ı da hediyesi. Sevgilinizle buluşmadan önce izleyiniz.

26 Aralık 2011 Pazartesi

ALL GOOD THINGS (2010)

Gerçek hayatın kurgudan daha tuhaf olduğunu söylemiş eski baba yönetmenlerden biri, kim olduğunu unuttum; ama gerçekten doğru bir saptama. Bu film, bu saptamanın alçakgönüllü kanıtlarından biri sayılabilir. Pekte tanınmış bir yönetmen olmayan Andrew Jarecki gerçek olaylardan yola çıkarak esaslı bir gerilime imza atmış. Baş roldeki Ryan Gosling'in donuk bir ifade ve minimal ataklarla hakkını vererek canlandırdığı David Marks karakteri ile insan kötülüğüne ve yitirilmiş bir aklın labirentlerine sinir bozucu bir yolculuk yapıyoruz. Yirmi yıl sonra yeniden açılan bir mahkamede, sanığın ifadesi ile yön bulan geriye dönüşlerle ilerliyor film. Genellikle Amerikan suç filmlerinde cinayet gırla gittiği için seyirci bir yerden sonra nasırlaşır, ama söz konusu filmde bir köpeğin öldürülüşü var ki, cinayet anını görmesek bile kanımızı dondurmaya yetiyor. Andrew Jarecki ne yaptığını bilen ve yüzeysel seyircinin beklentilerini pek iplemeyen, dikenli bir yönetmen. Yeni filmini bekliyorum.

23 Nisan 2011 Cumartesi

ÇOĞUNLUK (2010)

Mesajlıyım ben üstüme gelmeyin...

Zincirleme ödül reaksiyonuna giren ve jürilerin ödül vermeye doyamadığı film. Bence bu ödüllerden bazılarını hak ediyordu ama kesinlikle en iyi filmi ya da en iyi yönetmeni değil. Seren Yüce'nin ilk filmi kötüdür filan da demek istemiyorum, yanlış anlaşılmasın. Lakin o kadar da iyi değil. Bu kadar ödül verecek ne vardı anlamadım. Tipik Türk gaza gelişi işte. En büyük film bizim film hesabı. Bir kere Çoğunluk eski entel filmi emsallerinin düştüğü bir çok hataya düşüyor. Bazen ölesiye ağır kanlı. Örneğin Settar Tanrıöğen eve gelir, karısı kapıyı açar, Settar montu asar, tabureye oturur ayakkabıları çıkarır, ayakkabıları portmantoya koyar, içeri geçer. Arkadan yine kapı çalınır Mertkan gelir, montu asar, tabureye oturur, ayakkabıları çıkartır, ayakkabıları portmantoya koyar, içeri geçer. Hadi be! Böyle zart zurt sekanslar çok vardı. Sonra yönetmen Mertkan'ın zorlanımlı psikolojisini anlatmak için Mertkan'a bol bol anlamsız yere yemek yedirtmeyi seçmiş. Çocuk sinirlenince yiyor. Ne kadar yaratıcı bir yaklaşım. Üstelik ötekilik ve aidiyet hakkındaki mesajları da o kadar netti ki, kör parmağım gözüne filan değil; mesajı bir odunla seyircinin kafasına vuruyordu. Bir tek Erkan Can'ın oynadığı taksici hakiki bir adamdı diğer karakterlerin yanında. Ha ilk filmde olur böyle vakalar Türk polisi yakalar; ama Seren Yüce ikinci filminde de bu entel dantel, çok sadeyim çok mesajlıyım ayaklarına düşerse bu sefer altın havagazı ödülünü alabilir giderek sinemada. Yönetmen bir an önce seyirci diye bir şey olduğu gerçeğini benimsemeli bence.Hem o silahı ne yapacak Mertkan? Bunun yanıtını kesinlikle bilmeliydik. Filmin geri kalanındaki bütün mesajlar çok netken, her nedense en önemlisinin yorumu seyirciye bırakılmıştı.

25 Şubat 2011 Cuma

HAUTE TENSION (2003)

Sapık katil, kurban kaç kovala filmlerini sevmem; çünkü genellikle kaba bir vahşete ve bilindik acı sürprizlere yaslanarak işi direk bitirmeye çalışırlar. Ön sevişmesiz, çirkin bir tarzları vardır. Fakat Haute Tension ilginç sayılabilecek senaryosu, minimal dişlileri, yüksek performans gösteren oyuncuları ve iyi yönetmenliği (yine Alexande Aja) ile diğer örneklerin, özellikle Hostel mostel gibi rezilliklerin arasından sıyrılıyor. Tabii senaryonun kafa kurcalayan bazı açıkları var. Örneğin benzincideki silah ve mermiler olayı, Marie'nin diğer bir araba ile katili takip etmesi, sonunda da onu öldürmesi. Spolier vermek istemiyorum ama filmi seyredince bu tutarsızlıklar ya da oturmamışlıklar sizin de ağzınızda yapay bir tat bırakacaktır. Hele filmin sonundaki ters köşeye yatırış bence biraz zorlama duruyor; ama filmin sonuna dek katille Marie'nin niye yüz yüze gelmediklerini anlıyoruz. Yine de mideniz biraz sağlam ve sinirleriniz gevşekse, diken üzerinde bir seyirlik vaad ediyor diyebilirim.

31 Ocak 2011 Pazartesi

LA NANA (2009)

İşte sade, gösterişsiz ama latin Amerika sinemasına özgü bir biçimde için için parlayan bir film daha. Hem yazıp hem yöneten Sebastian Silva (1979 doğumlu genç bir arkadaş) her yanından insancıllık yeşeren, yavaş yavaş sizi de içine çekiveren bir film yapmış. Fazla numaraya gerek yok, sadece tek bir insan bile ne kadar çok şey anlatıyor, iletiyor seyirciye. Raquel 40 yaşlarında bir hizmetçidir. Yaşamını yıllardır yanında çalıştığı aileye ve onların çocuklarına adamıştır. Bu sessiz, ketum kadın derinlerde yoğun duygular yaşasa da yüzeyde bir böcek kadar aksi, uyumsuz ve iletişimsiz bir yaratıktır. Bu uyumsuzluk neredeyse bütün kalbiyle bağlı olduğu bu aileyi yitirmenin sınırına getirir onu, en çokta evin büyük kızı Camila ile papaz olurlar; ama evin hanımı Sinyora Pilar sabırlı bir kadın duyarlılığı ile ondan vazgeçmek istemez. Hatta daha da fazlası o yorulmasın diye eve yardımcı hizmetçiler almaya çalışır; ama Raquel bu kadınları da büyük bir tehdit olarak görür. Bahçeye çıktıklarında kapıyı arkalarından kilitler, duş alırlarsa banyoyu dezenfekte eder, onlarla bir köpekle konuşuyormuş gibi konuşur. Eve gelen yavru kediye bile tahammülü yoktur. Bir yandan da kaynağı belirsiz korkunç baş ağrıları çekmektedir bizim suratsız hizmetçi Raquel, münasebetsiz zamanlarda düşüp bayılır. Hem kendine zindan eder hayatı hem başkalarına. Hastalık haline gelmiş kaygılarının devası yok gibidir. Derken bir gün son derece kolay gülen, sevimli dört göz Lucy yeni yardımcı hizmetçi olarak gelir eve. Bizimkinin domuzluğu elbette devam etmektedir ama bir gün banyoda düşüp bayılacağı tutar. Bir çocuk insancıllığına sahip Lucy onun için ciddi ciddi endişelenir ve gözyaşlarını tutamayıp ağlar. Sadece bir insan yani Raquel için dökülen çıkarsız gözyaşlarıdır bunlar. İşte bu noktadan sonra Raquel'in gerçek savaşı başlayacaktır. Yani kendiyle olan savaşı. Şili sinemasının bu sevimli örneği herkese tavsiye olunur. İki damla gözyaşı da hediyesi.

24 Ocak 2011 Pazartesi

KICK-ASS (2010)


Her nedense 8.0 gibi yüksek bir İmdb puanına sahip. Hatta bazı denyo sinema yazarlarının son on yılın en iyi filmleri listesinde bile boy gösteren, tahammül ötesi, güya bir alt metni varmış ayaklarda koşan, ama bırak alt metni, tutarlı bir metni bile olmayan, japon animesi sübyancılığı tadında şiddet pisliği. Çakma süper kahraman özentiliğinden, hayali azimleri ile gerçek süper kahramanlığa terfi eden veletlerin, ebeveynleri simgeleyen kötü adamların kıçını tekmelediği, böylelikle bastırılmış öfkelerini meşru bir şekilde boşaltmaları ana fikrine yaslanan Kick-ass bir yerlerde yolunu yitirip, salt veletlerin uyguladığı bir şiddetin şovuna dönüşüyor giderek. Yazanı da çekeni de (Matthew Vaughn diye bir arkadaş) kutlamak ve ağızlarını kırmak istiyorum. Kifayetsiz bir Zack Synder pazarlama kurnazlığı ile kotarılmış bir konsept filmi olabilmiş sadece. Bir tasarım. Ama nerede Zack Synder'ın olağanüstü esnek ve keskin sanatı nerede bu zavallıca, görsel açıdan da onca poposunu (ass) yırtmasına rağmen başarılamamış içi boş ambalaj. İçinde zararlı bir boşluk var filmin. Çocuklara seyrettirmeyin. Gizlice seyreden çocuklarınsa acımadan kıçını tekmeleyin.

PİRANHA 3D (2010)

yesinler seni abla...
Canavarlaşan hayvanların saldırısı teması B serialin belki de en rüküş örneklerini barındırır bünyesinde. Ne zırvalıklar vardır sormayın gitsin. Canavar arılar mı istersiniz yoksa et obur koyunlar mı? Lakin 3D olmasına rağmen Piranha öyle değil. Elbette bunda genç olmasına rağmen (1978 doğumlu) rüştünü ispatlamış yönetmeni Alexandre Aja'nın rolü büyük. Tutarsızlıkları olan yerse senaryosunu bir kenara bırakıp, görselliğine ve giderek Amerikan toplumunun korkunç alaycı bir eleştirisine dönüşen satır arası mesajlarına takılmak lazım filmin. Aşırı bir etsel şiddetle Amerikan bireyine de saldıran film, son derece acımasız bir kara mizahla bu eleştirinin sonunda söz konusu bireyi de öldürmeden geçmiyor. Piranhaların çatır çatır yediği playboy kızları, kaslı ve yakışıklı ama bir o kadar da yüzeysel ve aptal fucker abilerin de arkaik piranhalarımız tarafından ham yapılması da cabası. Hatta filmin bir yerinde yavşak televizyoncu Jake "Çükümü yediler!" diye isyan ediyor; ama filmin sonunda suyun sonsuz boşluğunda yüzen Jake'in pipisini görüyoruz. Yememiş piranhalar Jake'in pek kıymetli aletini. Galiba tadını sevmemişler. Bizim Jake'in ise ölürken söylediği son söz "Islak t-shirt" oluyor. Alabildiğine komik ve anlamsız. Kanlı, etsel şiddet sizi irkiltmiyorsa, şöyle bir göz atın Piranha D3'e, sanki kaktüse oturmuşunuz gibi pek rahat bir seyirlik vaad etmiyor; ama işin incesine meraklıysanız, hem insana hem Amerikan toplumuna bir güzel giydirişinden hoşlanabilirisiniz belki de.

SHADOW (2009)

Hem yönetmeni Federico Zampaglione'yi hem de ikinci filmi olan Shadow'u yeni keşfettim ve çok hoşuma gitti. Bakmayın siz İmdb'deki 5.6 puana, B serialin ışıksız sularında yüzen Shadow heyecan verici ve sürprizlerle dolu bir film. Samimiyetle, sevilerek yazıldığı çok belli olan, capcanlı bir senaryosu var. Ayrıca görüntüler ve anlatım biçimi ile de pırıl pırıl bir iş çıkarmış yönetmen; ama filmin en etkin tarafı kadı kızında da olur bazı zorlama hataları dışında elbette senaryosu. Fakat ormanda, inin cinin top oynadığı, tekinsiz bir kuytuya kurduğu korkunç laboratuarında takılan, çılgın nazi eskisi ya da hepten sıyırmış bir sovyet bilim adamı tadıntaki, alabildiğine insanlık dışı, nosferatu kılıklı uçmuş karakter de filme gerçekten çok şey katıyor. Bariz hataları da olmasına rağmen keşfedilmeyi hak eden, manevralarla dolu bir film. Klasik bir sapık, kurban, kaç kovala filmi gibi başlayıp (özellikle 2007 yapımı El Rey de la Montana'ya çok benziyordu) birden Hostel, Frontier kulvarına sapan ve filmin kötü adamlarını da kurban haline dönüştüren film son bir manevra ile de seyirciyi hiç beklemediği bir anda ters köşeye yatırıyor. Yatırıyor ama imgeleri yerli yerine oturtarak ve elinden geldiğince hiçbir şeyi havada asılı bırakmayarak, alnının akıyla hallediyor bu işi. Ufak tefek hataları da biz affediyoruz, filmin samimi çabasını göz önüne alarak. Seyredin ilginç film. Genç olduğunu düşündüğüm yönetmeni kesinlikle ilerde iyi işler yapacak, ayrıca senaryoyu da yazmış olması onu daha güçlü bir şekilde destekliyor. Yürü be Federico diyorum!

10 Ocak 2011 Pazartesi

ZOMBİ

iş yemek ve gelecek istiyoruz!
Yıllardır düşünür dururum zombi neyi simgeler diye. Kolektif bilinçaltımızdan böylesine korkunç, böylesine ayrıksı neyin yansımasıdır? Hep derin bi anlam aramaya çalıştım. İmgeleri olduklarından biraz fazla dramatize etmek gibi zararsız-kötü bir alışkanığım vardır. Giderek bu arayıştan vazgeçtim. Zombi bence niteliksiz insan kitlesinden başka bir şey değil. Evet, küçük burjuvanın refah yaşamını tehdit eden, niteliksiz, aç, sefil insan kitlesi. Zombinin özelliklerine bakınca bu zaten belirginleşiyor. En önemli nitelik: zombi aslında ölüdür. Mekanik bir şekilde yaşamaktadır; ama özde ölüdür. Tıpkı geleceği olmayan insan kitlesi gibi. Zombi açtır. Zombinin en temel ikinci niteliği, onu niteliksiz ve gelir uçurumunun dibinde yaşayan insan kitlesi ile birleştiriyor: açlık! Zombi kitle halinde hareket eder. Evet, faşist kitleye, yobazların kitlesine ya da holiganların kitlesine katılan niteliksiz adam gibi zombi de ölü bir kitleye aittir; ama bir yandan da yanlızdır. Tıpkı niteliksiz kitlenin bireyi yanlız bırakışı, onu sadece büyük etin içinde kabullenişi gibi, zombi de sadece ölü olduğu için, kendi korkunç  toplumunda kabul görür. Özünde bireyselliği yoktur. Bu anlamda derin bir yanlızlık içindedir. Zombi ölüdür, bundan daha yanlız ne olabilir ki? Zombi beceriksizdir. Yürümeyi bile beceremez, ağırkanlı ve tembeldir. Eğer taze et peşinde koşmuyorsa, boş boş sokaklarda dolaşır ya da bir yerde dikilip anlamsız boşluğa bakar. Tıpkı televizyon seyreden canlı ama niteliksiz akrabası gibidir. Zombi cahildir. Saldırgandır. Konuşamaz bile. Sadece bazı homurtular çıkarabilir. Bu onu iletişimsizliğin dibine demirler. Ne bir şey söyleyebilir ne de söylenini anlar zombi. Böylelikle niteliksiz kitlenin bütün özelliklerinin grotesk bir evrim geçirmiş hali gibidir ve küçük burjuvanın güya erdemli ve refah içindeki yaşamını çok pis tehdit etmektedir. Buradan küçük burjuvanın iki yüzlülüğüne de bir bakış atılabilir. Zombiden kurtulmanın tek yolu onu yine öldürmektir. Üstelik hala beyninde bir şeyler yaşadığı için kafasından vurulmalıdır. Böylelikle küçük burjuvanın düş gücü en pratik ütopyayı kurmuş olur: Öldür ve kurtul. Kitlenin yok oluşu, toplumun sadece nezih küçük burjuvarlardan oluşması ütopyası. İlerde zombinin biraz iğrenç ama harika bir köle olduğu keşfedilecektir! Zaten şehrin caddelerinde amaçsızca dolaşan zombi kalabalığı, iş çıkışının bir parodisi gibidir sanki.