29 Aralık 2010 Çarşamba

ÇAKAL (2010)

en az benim kadar kötüsünüz...
Ezelden beri güvenlikli alanlarına tüneyip oradan öten, hayatın acımasız yüzüyle karşılaşmamış, zaten karşılaşacak potkası da olmayan, Akın'la kafa kafaya gelse korkudan altına sıçacak, aileden nezih, kültürden steril, bilmiş muhallebi çocukları sevmedi filmimizi. Kırolar da sevmediler. Nezihgiller küfürlü, kıro konfederasyonu ise Kurtlar Vadisi olmadığı için beğenmedi. Sanki Kurtlar vadisi zehirin ta kendisi değilmiş, bu çocukların bilinç altlarına anlamsız, şiddet dolu imgeler yerleştirmiyormuş gibi. Çakal gibi bir filmi elbette küfürsüz yapamazdık. Seyreltilmiş bir örneğini düşünsenize? Muhafazakar zihinlerin sindirebileceği light bir serum! Yok biz öyle bir öykü anlatmak istemedik. Öyle insanlar da değiliz bir; iki: zaten kimseyi yağlamak için yapmadık bu filmi. Gerçekten toplumsal olarak alt katmanda geçen acı bir tanıklık yaratmaya çalıştık kendimizce. Kısmen başardık gibi geliyor bana ve filmi sevenler var, bize yeter. Duyarlı insanlar olduğunu biliyoruz. 

O kadar çok seyrettim ki artık benim yapacağım yorum gerçeklik taşımaz; ama kendim yazmama rağmen hala sevdiğim şeyler görüyorum filmde: İdris, "Böyle gidersen yükselirsin (mafyada)" dediğinde, bizim Çakal'ın çok ta sikimdeydi diye yanıtlaması hala hoşuma gidiyor mesela. Ayrıca Sungu Çapan'ın film hakkında olumlu bir eleştiri yazması da beni çok mutlu etti. Yıllar önce bir otelin arka odalarında sürünürken, Sungu Çapan'ın yazılarını okur, (çok severim ustanın solak tarzını) ulan bir gün, bir film çekeceğiz ve bizim hakkımızda da yazacak diye hayaller kurardım. Harbiden. İşte gerçek oldu. Oysa Gümüşsuyunda, bir bodrum katında beş kuruşsuz başlamıştık bu işe. Elimizde senaryodan başka hiçbir şey yoktu ve Erhan'la ortak alaylı (oldukça alaylı) bir geçmişi paylaştığımızdan bu filmin bizim için önemini anlamak zor olur. Ha, Akın olsa kafadan anlar o başka.

27 Aralık 2010 Pazartesi

THE WRESTLER (2008)

ölümümü alkışlayacaksınız...
Arabesk diyenler de oldu bu filme. Hadi diyelim arabesk olsun; ama bir insan hikayesini hakkıyla anlatmayı başaran bir filmdi. Üstelik bir Amerikan filmi. Bir zamanlar şöhret olduğu halde, giderek çürüyüp, eskiden kendisini pek seven ve o şaşalı triplerden pek hoşlanan insanlık tarafından ne çabuk bir kenara atılıvermişti değil mi bizim Randy? Gerçi o da az hergelelik yapmamıştı ve hala öyleydi; kızından binbir zorlukla kurtardığı yemek randevusundan bile, çılgın bir partide, ucuz bir ablayı pompalamak için vazgeçti. Hatta unuttu. Yine de toplum tarafından yumuşatılmış, zamana yayılmış bir idamla, dışlanarak infaz edilmesine gerek yoktu bu ve benzeri suçları yüzünden. Randy bir yandan da kıyak bir herifti. Gözlerinde acının, insan görmüş geçirmişliğinin koyu ışığı vardı. Tıpkı sokak köpeklerinde olduğu gibi. Sonuçta kabus bir lairentte dolaşıp, son dövüş ringini bulan, yine kendi gibi kaybetmiş stiriptizci sevgilisinin güvenini kazandığını bile bilemeden ölümün yoluna uçtu gitti Randy. Yitmenin zerafetini hissedecek kadar insanlık kalmıştı çünkü onda. Halbuki onu ötekileştiren insan toplumunda, engezisyon rahipleri kadar bile yoktu kalp bana kalırsa. 


11 Aralık 2010 Cumartesi

DREAM HOME (2010)

İnsan ırkının memeli değil de böcek kökenli olduğu paranoyası yaratan Hong-Kong şehrinden bir karabasan. 60 metre karelik, avuç içi kadar deniz manzarası olan evlerin 7 milyon Hong-Kong dolarına satıldığı, fakirlik ve yer yokluğu yüzünden insanların artık varlıklarını sürdüremediği, sürdürseler de kafayı yedikleri bu kabus şehirde geçiyor öykü. Bir bankanın müşteri hizmetleri bölümünde çalışan ve bütün gün telefonda müşterilere kredi kakalamaya çalışan Sheung, bazı çocukluk travmaları nedeni ile de bir ev satın almayı saplantı haline getirmiştir. Etrafı sisli, silme kare, şehir çekimlerinde maket bir şehir gibi gözüken Hong-Kong'ta, derin bir yanlızlık ve yabancılaşma içinde, minik maket bir insan figürü gibi çaresizce koşturur durur. Erkek arkadaşı da pisliğin tekidir, giderek şehirdeki bütün kocaların pislik herifler olduğunu anlarız. Herkes birbirine madik atmaktadır. Şehri ise emlakçılar ele geçirmiştir. Sheung büyük bir borcun altına girip kafayı taktığı evi almaya çalışır ama parası yetmez. Giderek balata sıyıran Sheung bu yolda astım hastası babasını öldürüp sigorta parasının üstüne yatmayı bile göze alır. Gittikçe donuk bir cinnete doğru sürüklenen Sheung sonunda evi satmaktan vaz geçen mal sahibini ikna edebilmek için 11 tane birbirinden grotesk cinayet işleyecektir bir gecede. Haneke'nin, Hong-Kong işi abartılı bir ardılı gibi gördüğüm yönetmen Ho-Cheung-Pong son minvalde oldukça garip ve tedirgin edici bir işe imza çakmayı başarmış sayılır. Sheung sonuçta korkunç bir katildi; ama çalışma arkadaşlarından birinin söylediğini de unutmamak lazım. "Burada kredi satarak insanların hayatlarını mahvediyoruz." Sanki herkes katildi bir anlamda Hong-Kong'ta... yaşamak için öldüren katiller. B serial' in yerse gerçekliğine ve abartılı drama anlayışına iltimas geçerseniz, ilginç bir senaryo kurgusu ve insan hakkında bazı irkiltici soruları olan bu tuhaf filmi belki de sevebilirsiniz.

6 Aralık 2010 Pazartesi

SKYLINE

Bi sıçiyim geliyorum uzaylılar!
Amaniiin! Uzun zamandır böyle bir zırvalık seyretmemiştim iyi oldu. Skyline'mış, zittir-layn! Yazık o paralara yazık, gözünüze dizinize dursun! Bu kadar kazmalık olur mu yahu? Anladık yarı makine yarı organizma modifiye uzaylılar, esrarengiz hipnotize edici ışınları ve devasa gemileri ile dünyanın üstüne çullanırlar. Bunu anladık. Peki niye? İşte onu hiç anlamadık. Evet filmin diyalogsuz, açıklamasız sekanslarında, uzaylıların, insanları aptapotumsu, yarı mekanik uzantıları ile yakalayıp, kendileri gibi varlıklara dönüştürdüklerini gördük. Yani uzaylılar bir gövdeye gereksinim duyacak kadar yok olmak üzere bir tür müydü? Yoksa başka bir nedeni mi vardı işgalin? Borglar gibi bütün varlıkları asimile mi ediyorlardı? Yoksa gezici, kozmik et kombinaları mıydı o gemiler? Yok bunların hiçbir açıklaması; ama (elbette) ana gemi tarafından yutulan kahramanlarımızın hala havada yiyişmesi vardı. O mevcut. Ben böyle bir anlayışa ne diyeyim ya? Ağırıma giden bu film değil, bu filmlere harcanan devasa para. Her tarafı arak, arsız bir kolajdı film. Ne istersen var. Dev robot uzaylı, (Transformers ayağı) dev yıldız gemisi, (Star Trek 2009' daki görkemli Romulan gemisinden araktı) ışın mışın, ahtopot kollar, dört pençeli insan yiyen/yutan dev mekanik çeneler, Amerikan ordusunun jetleri bile vardı, hatta bir uzaylı gemisini düşürdü kendini feda ederek bir hayalet uçak ve pilotu. Kesin Obama'dır o. Feci ortaya karışıktı yani. Bir de ikincisine açık bırakan, District 9' dan arsızca araklanmış bir sonla bitiyordu film. Bu yetmiyormuş gibi ikincisini çekecekler. Onun da adı has zittir-layn olsun bence. Kaçın uzaylılar geliyor! değil, Kaçın SKYLINE II geliyor!

ŞEYTANI GÖRDÜM

Derinlik olarak asla Joon-Ho-Bong'un, Salinui Chueok'unu (Memories of Murder) yakalayamıyor, Ji-Woon-Mik'in Akmereul Boattda'sı. Yine seri katil ve Kore sinemasının pek sevdiğini düşündüğüm esaslı temalarından intikam var filmin ana damarlarında; ama ne Cinayet Anıları'ndaki katil kadar sofistik bir katil sözkonusu ne de aynı filmin göndermelerle dolu, politik arka fonuna sahip Şeytanı Gördüm. Old Boy'un muhteşem oyuncusu Min-Sik-Choi sayesinde birkaç kulaç derinleşiyor karakter, lakin indiği irtifada asılı kalıyor. Rol çok yakışmış olmasına rağmen bu agresif oyuncuya, yine de tam oturmuyor kalıbına. Bütün bunların dışında 144 dakikalık, kısa sayılmayacak süresine karşın, heyecanlı bir seyirlik vaad ediyor bana kalırsa türün meraklısı seyirciye. Fazla şey beklememek, tok gözlü olmak şartıyla tabii. Film bittikten sonra katilin son sözlerinden pek başka bir şey kalmadı aklımda doğrusu: "Beni yenemezsin; çünkü ne acıyı ne de korkuyu biliyorum, o yüzden sen çoktan kaybettin."

5 Aralık 2010 Pazar

NOCHNOY DOZOR (2004)

kulağını yerim...
Timur'un zaten ne anasının gözü olduğu bu filmle belli olmadı mı? Hemen kaptılar; ama Wanted zayıftı. Önemli olan kaynağını yansıtan bu film. Şamanik yaklaşımı çok yüksekti; ama bunun altını, Carlos Castaneda, Olga Khariditi gibi alternatif yaklaşımlar kadar, geleneksel, anonim kaynaklarda da yer bulabilecek bir terminolojiyle çizmişti. Zaten romandan uyarlanan bir film olduğu için sağlam bir zemini baştan garanti. Timur'un da olayı çok iyi anladığı kesin. Ne de olsa Kazak adam. Orada şamanizm, burada olduğundan çok yaşıyordur kesin. Hem neydi o Anton karakteri. Anton Gorodetski? Ana akım sinemasının onca zaaflı kahramanlar yaratın teorilerine rağmen sinirleri bozacak kadar marizi bir kahramandı. Ama işi sonunda o halleder. Anton en bela düşmandı kötülüğün karşısındaki, o sefil, öksürüklü, yeteriz haliyle. Metrodaki herife de şöyle dedi Anton Gorodetski: Kulağını kopartır yerim! Yerdi de. Diğerleri de bitirim tiplerdi zaten.

4 Aralık 2010 Cumartesi

SUNSHINE (2007)

KAYNAĞIN YANSIZ DEHŞETİ KARŞISINDA...
Salt kuru gerçeklikten hoşlanan bazı avanaks dışında herkes bilim kurguyu sever. Ben de çok severim. Her zaman en uzağa götüren öyküler olmuşlardır. Fiziksel olarakta uzaktırlar ışık yılları konuşur. İmgeler uzaktır, insan olmayan yaratıklar ve çok alengirli konular gündemdedir. Lakin çok sık gelmiyor sinemalara bu filmler, gelemiyor iyisini yapmak gerçekten zor; çünkü bu geniş malzeme suistimal edilmeye çok açık. B seiral filmler bokunu çıkarmakta uzmandırlar mesala. Amerikan sineması da aptalca bir aile geyiği filan sokar içene ya da aşk... sıçar batırır kısaca. Ara denge yakalamak zor sanırım bilim kurguda. Sonsuz bir anlatım özgürlüğü var elde, çok harika ama çokta tehlikeli. Bazı saymak istediğim esaslı örnekler tabii ki var ama sadece Sunshine'dan bahsetmek istiyorum bu kısa yazıda; çünkü Danny Boyle'un, 28 Days Later'ı da yazan Alex Garland'ın senaryosundan çektiği filmini harika buldum. Uzun zamandır beklediğim bir hediye olmuştu. O inandırması çok zor konuyu, tıkır tıkır işleyen, aynı zamanda duygusal yoğunluğu yüksek bir yapıya sığdırabilmişti. Ayrıntılar da bu örgüyü destekliyordu. Güneşe giden bir gemi düşünsenize? Ne zor bir engel başlıbaşına; ama nefis bir yapım tasarımı ile bu işin altından çok iyi kalkılmıştı. Üstelik filmin sonlarında ortaya çıkan, önceki geminin kaptanı, sapkınca evrimleşmiş, yarı madde yarı enerji mahlukatta, sinema tarihinin en özgün canavarlarından biri olmuş bence. Danny Boyle bilim kurguya devam et lütfen!

3 Aralık 2010 Cuma

ALIEN (1979)

Okulu kırmış, cebimde biraz para ile Süreyya sinemasının önünden geçiyordum. Sinemayı severdim ama tam bir enayiydim bu konuda henüz. Ağzım açık Sürayya'nın "bu günkü program" vitrinine baktım. Filmden bazı karelerin fotoğraflarını da koyarlardı vitrine. Zaten itiraf etmeliyim ki fotoğrafları ve afişi görünce ipnotize edilmiş bir biçimde cebimdeki bütün parayı basıp, bir bilet aldım, filme daldım. Başlayana kadar karanlıkta bekledim ve feci bir film başladı sonunda. Hayatım boyunca seyrettiğim bütün filmler bir yana, Alien kadar dehşet vericisi yoktur. Bu kadar uzağa götüren. Gerçekten tekinsiz, insanlık dışı bir belanın içine seyirciyi de bulaştıran böyle bir film ondan sonra  seyretmedim. Belki tartışılıp yakın örnekler bulunabilir, benim için de var; ama ilksel gücüyle aşılmaz bir sınır koyduğu için, sinemadaki insanlık dışı yaklaşımların en tepesindeki kara tahtını hiçbir filme bırakmayacak bana kalırsa. Daha konuşulur hakkında.

BURIED

Ne diyim, fena film değildi. Herkes kararsız bir askıda kalır aslına bakılırsa bu film hakkında. İyi miydi kötü mü? Galiba iyiydi. En azından çok cesur. Bi tabut bir insan bir kamera. mocumentary'sini yiyim. Üstelik Amerikan iğrençliğine de iyi giydiriyordu yer yer. 911'i aradığında karşısına çıkan moron hatuna ne demeli? Hatta FBI'ı aradığında bile karşısına bir öküz çıktı. Adamı yerin dibindeyken işten kovdular. Amerikan sistemi kadar, Amerikan bireyinin de sisteme adapte olmuş iğrençliğine tanık etti bizi o küçücük klostrofobik alanda fır dönerek film; hakkını yememek lazım. Sonunda da seyirciye acımadı. Conroy'u gömen ve sadece telefonda sesini duyduğumuz karanlık abi de hatırı sayılır argümanlarla geliyordu üstümüze. Pekte haksız sayılmazdı hani. Zaten filmin bunu vurgulamaya çalıştığından eminim. Ölesiye dar ve dehşet verici bir alanda her şey çok gerçeğe dönüşür değil mi? O kadar az şey vardı ki filmde. Yine de bu kısıtlı malzeme, en gergin biçimde sonuna dek kullanılmıştı. Güzel bir film olduğu kadar, umarım tuhaf bir yönetmeni de haber veriyordur.

BOMBON: EL PERRO (2004)

Bir de böyle filmler var. Sade mücevherler. Söyleyecek sözleri ile baştan gelmiş filmler. Böylelikle fazla şüphe etmeye gerek kalmıyor. Bizi esaslı bir yolculuğa çıkarıyorlar. Juan Villegas amcanın peşine düştük. O güzel yanlız insanın. Juan amca, siz de kabul edersiniz ki bir melekti. İnsanlığın dışladığı bir güzellik; ama ona oldukça sert bir varlık sahip çıktı sonunda. Bir Arjantin Dogo'su. Soğuk, robot gözlü, albino beyazı, çiğ et ağızlı bir canavar. Domuz boğan. Film boyunca Juan amcanın başına bir şey mi gelecek acaba? Lütfen gelmesin diye endişelenip durmadık mı? Sonsuz tampaların yolcusu Juan amcanın başına artık bir şey gelmeyecek. Zaten niyeti de çok temizdi, o uzak otobanda durup, arabası bozulan kıza yardım etmese, Bombon'la tanışamayacaktı. Birlikte, salt  insan sevgisi bağnazlığının ötesine geçip, varlıksı bir paylaşmayla, esen kaderlerine uzadılar sonuçta çok sevdiğim finalinde filmin. İkisi de çok alçakgönüllüydü çünkü, bunu hak etmişlerdi. Böyle bir öyküyü anlatabilmekte ancak Carlos Sorin gibi görmüş geçirmiş birine düşer sanırım. 1944 doğumlu. Eh kolay değil neler görmüş geçirmiştir usta vesselam.

THE LUZHIN DEFENCE (2000)

Nereden çıktı şimdi Luzhin Defence diyeceksiniz. Haklısınız. Fakat benim bu güne dek gördüğüm filmler içinde özel bir tarafı vardır, Nobokov'un bir kısa romanından uyarlanan bu filmin. Satranç konusunda ciddi ve bilgilidir. Satranç hakkında ya da içinde satranç geçen diğer filmlere şöyle bir göz atın, her zaman çok aptalcasına kendilerini ve kahramanlarını baltalarlar. Kahramanımız çok zeki biri olan akıl hocası (ya da düşmanı) satranç oynarlar ama bir hamle sonraki matı bile göremezler. Karakterlerden biri veziri gösterişli bir eda ile diğerinin burnuna sokar ve şah mat der. Adam koskoca profesör ya da anasının gözü bir CIA ajanıdır; binbir hava ile oynar, ama bir hamle sonraki kabak gibi matı göremeyecek kadar morondur aslında. Luzhin Defence ise öyle değildir. Obsesyonları yüzünden yavaş yavaş çılgınlığa doğru süreklenen Luzhin (John Turturro) filmin sonunda biraz satranç bilen herkesi etkileyecek son derece şık bir hamle çıkartarak sonuca gider. Ayrıntılara girdin mi hakkını vereceksen eğer Luzhin Defence başka bir yerde durur.

MY SON MY SON WHAT HAVE YE DONE?

Bir önceki filmi Kötü Teğmen'i sevmiştim Herzog'un. Bizim Nosferatu bir yerlerden taze kan bulmuş herhalde demiştim kendi kendime; ama bu film için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Herzog, raftingçi arkadaşları ile Peru'ya giden, bütün arkadaşları boğulup bir tek kendisi sağ kalınca, eve dönüşte, kafayı sıyıran Brad'in gerçek öyküsünü anlatıyor. Anlatıyor ama fon edindiği gerçekliğin kabından taşan grotesk bir dille ve öyle groteskleştirilmiş kahramanlarla anlatıyor ki, öznel bir monologa dönüşüyor film. Parayı bastıranın niye David Lynch olduğunu kolaylıkla anlayacağınız, seyirciyle iletişimin koptuğu, ereksiz, anlamsız sahneler var filmde. Elbette bunlar Brad'in insan bilişselliğinden nasıl da ayrıksılaştığını, bir anlamda nasıl sürgün edildiğinin imgesini yaratmak için yerleştirilmiş filme; ama Bug'ta da rolünün hakkını veren, tedirgin edici oyuncu Michael Shannon'un tüm çabasına rağmen yerine oturmuyor bu ayrıksı parçalar. Bir türlü Brad'i deliliğe iten asıl güdümün ne olduğunu kavrayamıyoruz. Üstelik Willem Dafoe'nun polis rolünde harcandığını da söylemeden geçemeyeceğim. Her hangi bir oyuncu oynayabilirdi o rolü. Böylelikle bir dahaki sefere diyoruz Herzog amca. 

Not: Udo Kier'de bir fenomen gerçekten. Pars Kiraz Operasyonu'nda gördüm adını. Sadece rollerinde değil, bir oyuncu olarak da gizemli kendisi.

LAST EXORCISM

Al sana bir "sahte belgesel" zırvalığı daha. Daha önce bu aygıtı ya da buna yaklaşan bir anlatım dilini hakkıyla kullanan filmler olmuştu. (Bknz: District 9) Ama Last Exorcism sadece gerçeklik kaygısını örtmek için kullanıyor bu bayat kremayı. İsmi lazım değil bir sinema yazarı da kırsal derin Amerika'nın iki yüzlülüğünü, tekinsizliğini bile anlattığını yazmış filmin. Evet filmin anlattığı bir şeyler vardı; ama çoktan bağnaz bir dolmuşa binmişte ondan haberi yoktu. İnançsız rahibimiz gerçek bir içine şeytan girme vakasıyla karşılaşır. Sonunda sahte haçıyla, harbi satanistlerin üstüne bile saldırır. Aslında ironik bir sağ gösterip sol vurmayla ne anlattığının pusulasını şaşırıyor film. Sonuçta incilin, şeytanın, satanizmin, buna bağlı olarak tüm boş inançların sinik sözcülüğünü yapıyor toplamda. Bunlara eyvallah; ama böyle içerikler dramanın alanına girer aslan gibi. Nereden çıktı şimdi mocumentary? 

29 Kasım 2010 Pazartesi

MUSTAFA

Atatürk hakkında yazılmış, çizilmiş, çekilmiş çöplüklerin en esaslılarından biri. Güya Atatürk'ü sıradan bir insan olarakta gösteriyormuş film. (Hayırdır, ben göremedim?) Siz Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyeti'ni sırf kişisel hırsı yüzünden kurduğunu biliyor muydunuz? Osmanlı'nın tarihin rafına kalkması da Atatürkün kini yüzünden. Tam deli saçması. Bok atmanın bu kadarı olur. Filmde Atatürk'ün yaptığı her hata insani zaafları, kazandığı her başarı ise şansı yüzünden gerçekleşmiş gibi gösteriliyor. Atatürk'ten ne isterler anlamam. Düşünün, bir ulusun bilinç altını, yıkılıp gitmiş bir imparatorluğun ölü imgesi mi destekler, yoksa kazanılmış bir bağımsızlık savaşının haklı gururu mu? Osmanlıcılar'la liboşlar çok alkışladılar bu saçma sapan film ziyanını. Öylesine sapkınlaşmışlar ki, aşağılık komplekslerinin, batı karşısındaki zorlanımlı çıbanlarının irinini ancak böyle yaltakçı, mazoşist kara çalmalarla akıtabiliyorlar. Üstelikte ne sinematografisi ne de görsel, anlatımsal bir bütünlüğü vardı bu sefil filmin. Adı bile yanlış. Kemal kadar taş düşsün başınıza!

EL SECRETO DE SUS OJOS (2009)

Juan Jose Campanella'nın masif ahşaptan, koyu cilalı, zarif filmi. Eski okul (Old School) sinemasını her zaman beğenmişimdir. Hele aşkla polisiyeyi böyle sofistik bir harmanla bir araya getiriyorsa yeme de yanında yat. Salt polisiye ya da aşk filmi diye de okumamak lazım, şaka maka yanlız, yaralı bir insanın koskoca ömrünü anlatıyordu film. Bize de dokunduruyordu tabii zarif iğnesini: İnsan koskoca bir yaşamı nasıl ziyan eder diye. Aşkın vahşi, marazi yönüne de bakmaya zorluyordu aynı zamanda; ama hiçbirini kabaca bir ihtirasla yapmıyor Campanella. Borges'ten miras kalmış bir incelik hakim sanki filmin her karesine. Sanat yönetmenliğinden, oyunculuğa kadar her şey tam kıvamında bu neredeyse tadını unuttuğumuz eskil kokteylde. İçiniz bu filmi. Ben içtim harika bir sarhoşluğu var. Hüzünlü ve neşeli. Üstelik o şahane Pablo Sandoval karakteri ile tanışmakta cabası.

MONSTERS (2010)

Gareth Edwards'ın Cloverfield'la, District 9 arasında bir yerlerde duran, B serialin sularında yüzmesine rağmen oldukça etkileyici filmi. Buradaki yabancılaşma direk insanın üzerinden değil yaratıkların üzerinden anlatılıyor. İnsanın, diğer türlere ne denli sağır kaldığı ile ilgili bir yaklaşımı var. Ta ki onlar dünyayı yavaş yavaş işgal etmeye başlayana kadar. Sonra da dünyanın ortasında (Meksika) koskoca hastalıklı bir alan ilan ediyor insanlık ve hemen ötekileştiriyor bu dev titansı yaratıkları. Amerika ise Çin setti benzeri izole bir duvarın arkasında sanki artık dünyaya ait değilmiş gibi iletişimin kesildiği bir tür paranoya Tibet'ine dönüşmüş bu kaotik alternatif dünyada. Fakat sonunda kahramanlarımız filmin etkileyici finalinde, bu yaratıkların da eşi benzeri bulunmaz şahane evrensel varlıklar olduğuna bizzat kendileri tanık olurlar. Bu düşman belledikleri korkunç yaratıklar sevebilmektedir! Bir aşk dansları bile vardır. Evren, dolayısıyla dünya onların da evidir. Tüm varlıkların!


Monsters, başkalaşım göstermiş dünyası ile bağımsız sinemanın iddiasız ama yine de cesur bir örneği. Ben çok sevdim bu canavarları. Gareth Edwards'ta eminim iyi işler yapacak ilerde.

24 Kasım 2010 Çarşamba

JCVD (2008)

"Kendime soruyorum bu dünyada ne yaptın diye: Hiçbir şey!"
Uzun süredir seyretmek istediğim ama bir türlü denk getiremediğim, bu son derece alçakgönüllü güzelliği sonunda seyrettim. Vay be! İyi işlerin, başta çılgınca ve anlamsız gelen fikirlerden doğduğuna dair inancımı yeniden pekiştirdi, bu karanlık karamel bon bon şekeri film. Ayrı bakış açılarından ve ayrı senaryo zamanlarından olayı tekrar ele alan şık bir senaryosu vardı. Çok hoş bir pararlel paslaşma kurmuştu senarist. İşin doğasını iyi anlayan bir yönetmen ve atmosfer yaratan bir ekiple birlikte harika bir iş çıkartmışlar. Hele Jean-Clade'un insanlıktan bir süreliğine yükselip, tüm olayın dışına çıkarak kendi hakkında yaptığı o esaslı konuşma (ki direk bizle konuşuyor), şu yıllardır moloz diye baktığımız adamın iyi bir oyuncu olduğunu gösteriyordu. Tirad sayesinde bir insan olarakta sevdim bizim Jan Kılod'u! Hala seyretmediyseniz seyredin.

21 Kasım 2010 Pazar

OLMAYAN FİLMLER HAKKINDA YAZMAK

Hiç çekilmemiş, henüz bir fikir olarak bile bulunmamış, kısaca varolmayan filmler hakkında yazmak istiyorum. Özgür bir yaklaşım. Sinema eleştirmenliğini SFE tekniğinden daha ileri götüren bir aşama. Olası, hatta olma ihtimali çok belirsiz filmler hakkında yazmak. Böylelikle dünya sinemasının fikir tekellerinden seyirciyi kurtarmak isteyen bu anarşist eleştirmenlik özgürlüğü zorlar. Bir filmin olmak zorunda kalmadığını düşünsenize, bu emperyalist Amerikan sinemasının zaten sonu demektir. Sizin 666 milyon $ bütçeniz varsa, bizim de hayal gücümüz var. Hade bakalım! Sana var ya bir Alien 7 eleştirisi yazarım aklın şaşar. Filmi yapmışım bitmiş bir de eleştrisini yazıyorum John. Bittin sen.

17 Kasım 2010 Çarşamba

SEYREDİLMEMİŞ FİLM ELEŞTİRİLERİ. (SFE) 1: SAW 3D

Aslına bakarsanız bu filmin adının Testere 7 olması gerekirdi di mi? Jigsaw gene var filmde söyliyim. Ona göre gidin. Kurtulamadık pezevenkten, yedi tane testere var hala biriyle doğrayamadılar herifi. Tabii bu filmde de karmaşık, alengirli, iğrenç cinayet düzenekleri ve planları var; ama daha çok seyirciyi öldürmek için planlanmış cinayetler bunlar. Seyircinin gözlerini oyup, biletini götüne sokan makinalar söz konusu. Kafayı çalıştırıp antrakta tüyersen yırtmış oluyorsun. Yok kalırsan Jigsaw seni hallediyor; çünkü hala bu filmi seyrettiğine göre yaşamının değerini bilmiyorsun demektir. Jigsaw'ın en uyuz olduğu şey! Bir de bu filmin diğer 6'sından çok önemli bir farkı var. Kurbanlar inanılmaz gerizekalı, önceki 6 filmi seyretmiş olmalarına rağmen, hala Jigsaw'ın tuzağına düşüyorlar. İsteyerek düşüyorlar galiba. Kurbanlar Jigsaw'dan daha sapık. Seyirciler de bayağı şüphe uyandırıcı. İnanılmaz iyi bir film. Hem de üj boyutlu. Testere aynı gerçek testere gibi valla yapmışlar. Çoluğu çocuğu yengeyi alın gidin hafta sonu, özellikle yaşlı akrabaları falan da götürün. Yazık onlar da doğransın.

SEYRETMEDİĞİM FİLMLER HAKKINDA YAZMAK

Gerçekten de bunu yapmak istiyorum; yeni bir eleştiri ekolü olarak. Eski eleştiri ekollerine karşı, yeni çağın en ön yargısız eleştiri yöntemi: seyretmediğin filmler hakkında tahmini uçuşlardan oluşan bir eleştiri yöntemi olmalıdır bence. Nasıl ama? Böylelikle vizyon filmleri hakkında istediğim gibi yazabilirim. Bak, iyi oldu bu fikri bulduğum İgor. Hemen başlıyorum. Vizyon filmleri hakkında en sağlıklı tüyoları almak için Sinemariz'i mutlaka takip edin. Seyredilmemiş Film Eleştirileri: SFE. 

16 Kasım 2010 Salı

TERSNİNJA ve "ÇAKAL"

Bizim film hakkında yeni yazı yazmışlar mı diye taktım, düzenli olarak her sabah kontrol ediyorum interneti. Donla, yüzümü yıkamadan makineyi açıyorum. Film yapmak hafiften kafayı yedirtiyor insana. Çakal hakkında yazacaklarmış, çokta umrundaydı sanki milletin. Tersninja'ya çakal ninjalık yaparak film hakkında yazı çıkmasını tetikledim. Yoksa uzayıp gidecekti o iş. Filmi pek hatırlamıyorum diye girmiş; ama cin gibi bir yazı yazmış Landlord sonunda. Çıkan en düzgün ve güzel eleştiriydi film hakkında. Beğenmiş. Fakat benden hiç bahsetmiyor? :) Ulan niye hep senaristlere yokmuş gibi davranılır? Neyse çokta dikkatli. Son editte de bir bozukluk olduğunu araklamış. Haklı. 

Landlord'un güzel yazısı: 
http://www.tersninja.com/seyirsinas-landlord-celebi%E2%80%99nin-altin-portakalnamesi-son-kisim-borekci-tevfik-cakal#more-13510


SALAK GİBİ FİLM SEYRETMEK

Film seyretmenin tek yolu. En gelişmiş sürümü. Bir filmde gördüğünüz, tanık olduğunuz herşeye inanın. Tıpkı gerçek yaşamda olmuş ya da en azından rüyanızda görmüşünüz kadar. Hiçbir zaman mantıklı film seyreden lavuk olmayın. O lavuğun elinde ukalaca bazı sığı yorumlardan başka bir şey kalmaz. Filmi yitirir. Oysa salak, bir film Don Kişot'u gibi gerçek hazineyi elde eder. Kalbine yürür filmin. Çünkü filmin sadece bir rüya olduğunu aptala malum olur gibi hissetmektedir. Ne kutlu ona. basit bir filmden bile ne çok şey çıkartabiliyor.

AKİRA KUROSOWA ve KAGEMUSHA

gölge gövdeden daha bilge olabilir
Şurası şüphesiz ki en etkilendiğim ve benim için sinemanın ta kendisi olan büyücü elbette Kurosawa'dır. Fanatik bir Kurosawa çekirgesi olduğumu itiraf ediyorum. Seve seve. Kurosawa kadar kendinden emin yönetmene az rastlanır. Çok az. Kritik dengesiz şeyler anlatırken bile tam emin olduğu noktalara basar kata çizer gibi. Gösterişsiz görkemin ta kendisidir. Bütün filmlerinin hastasıyım samurayın; ama Kagemusha'nın (Gölge Samuray) ayrı bir yeri vardır trajik cesareti ile. Dünyanın en dandik ve en müthiş kahramanıdır Tekada bana göre. Sağanak yağmurda kaleden kovulan , yeniden kendine dönmek zorunda kalan dilenci samuray. Öldürmek için koca bir ordunun gerektiği ölümsüz kaybeden.

DISTRICT 9

artık insan değilim...
Bir uzaylı filmi olduğunu düşünmüyorum. Sadece insan olmayanla ilgili bir filmdi. Uygar Şirin "Al Nijeryalılar'ı koy uzaylıları, olmuyor böyle yemezler" diye yazmıştı hakkında filmin, sanki ötekileştirmeyi bu kadar ucuz uyguluyormuş gibi film. Yanılıyordu. Talihsiz saptama. Filmin uzaylılarla ilgisi birincil değildi; asıl yoğun biçimde insanla ilgisi vardı. Asıl kahraman insandı. Sonunda peşindeki korkunç sistemden kaçabilmek için, insan bilişselliğini bırakmak ve tamamen insanlık dışına çıkmak zorunda kalan ve bu sayede fiyatı çok acı da olsa özgürleşen o insan kahramandı asıl mesele! Artık ona insan diyemeyiz. Van de Merve, beyaz atalarından ona miras kalan soyadı ile Güney Afrika sonsuzluğunda insan olmaktan vazgeçti. Bir bireyin kişisel tarihini bir yana atıp insanlığını bıraktığını anlatan esaslı bir film.

EYES WIDE SHUT

Bir türe sokmak gerekirse korku türüne sokmak istiyorum bu filmi. Hem de esaslı korku filmlerinin son örneği olarak. Filmin sonu, o korkunç törenleri yapan çevre gerçek miydi yoksa, zengin dallamalarla kafa bulmak için jet sosyetenin geliştirdiği sapkın bir oyun muydu? sorusu ile açık kalır. Buna kesin bir cevap verilemez belki ama iki sorum var. Dr. Harford az daha AIDS olacaktı. O kaliteli fahişe ile yatsaydı? Kıl payı yırttı ölümden, üstelik ahlaki bir değeri koruduğu için. Gerçekten şeytan oralarda bir yerde dolaşıyor olabilir miydi? Diğeri ise Alice'in filmin başındaki partide dans ettiği karizmatik Macar'la ilgili. Kimdi o adam? Niye koymuştu Kubrick o sonradan ortadan kaybolan karakteri filme? Kubrick hiçbir şeyi boşuna yapmaz bilirsiniz. yoksa şeytanın ta kendisi miydi Sandor Szavost? Ya da o korkunç töreni yöneten, yüzünü göremediğimiz adam mıydı? Bu soruların hepsini kendi adıma evet olarak yanıtlıyorum. Bu noktada hayır demek: Gözleri Tamamen Kapalı olur.


Üstelik György Ligeti'nin ürpertici soundtrack'i hesaba katılırsa iyice emin oluyorum elit bir korku filmi olduğuna Gözleri Tamamen Kapalı'nın.

15 Kasım 2010 Pazartesi

ADİLE NAŞİT

Sevgilim seni o güzel ördek dudaklarından ve yanaklarından öpmek, sana yollardan dönmüş kayıp bir oğul gibi sarılmak isterdim. Tombik masal. Makyajsız Hobbit anam. Türk filmlerinin ne pahasına olursa olsun neşeyle zıplayan, ölürken bile koşabilen tatlı savaşcısı. Sen ne ulu bir ruhmuşun ufaklık. Seni unutamam. Annem gibi olmuşun. Bir yerlerden çıkıp gelsene? Hortlak olarakta gelirsen gel. Kurtar şunların elinden bizi. Bak artık Suna'da yanında. Sizi gidi cadılar bir şey yapın!

Not: Ayrıca bir de üstüne ziyan edilmiştir Adile Naşit. Onun yüksek sempatisinden hakkıyla faydalanan ve ona layık güzellikte rollerde kullanılmamıştır. Sadece gülünç ve sevimli bir katkı olarak harcanmıştır. Bir de Türk sineması var diyorlar. Türk sineması yoktur; Adile Naşit (ler) vardır. 

DERVİŞ ZAİM, DERİN DEVLET ve BÜLENT KAYABAŞ

Al işte kanımın ısınmadığı bir tayfa daha. Aynı güvertede ben yerleri fırçalıyorum, o kasılarak geziyor; ama Filler ve Çimen faciasından sonra onu listeden uçurdum. Tabutta Rövaşata'yı da rahmetli Ayşen oynadı diye özel bir yerde tutarım hepsi o. Neydi o Bülent Kayabaş'lı açılış yahu? Zaten bir filmin içinde Bülent Kayabaş varsa, hele böyle bir filmin, bayağılaşmamasına, malzemesinin birden uğursuz bir dokunuşla ahşaptan, naylona dönüşmemesine imkan var mı? Bülent Kayabaş her imgeyi, Türk filmlerinin seks furyası ucuzluğuna indirger. Böyle bir kastı, güya derin devleti anlattığını iddia eden, aceleyle çırpıştırılmış filmine ekleyen yönetmenin fantazilerden korkarım ben. Bülent Kayabaş Bumerang Cehennemi'nde bile oynadı. Gerisini siz hesaplayın artık. Derin devlet ve Bülent Kayabaş. Sanırım bu çelişkili ilişkiyi Derviş Zaim kadar Osman Sınav reis de keşfetmiş. 

BABAM ve USTAM

hü... hü... hü... hıck...
Yıllardır kafamı kurcalar durur. Ne yaşlı başlı vakur abiler, ne kelli felli enteller ağladıklarını itiraf ettiler bu filmde. Bir saniye duygulandıysam terbiyesizim. Ya bende bir odunluk var ya bu filmin hiçbir numarası yok çözemedim. Genç birinin ölmesi her zaman trajiktir, her zaman üzer insanı özellikle yakınlarını mahveder. Bu filmdeki kahramanın bu genellemeden farklı hiçbir yönü yoktu. Ben o babayla oğlunun arasındaki nefretin derinliğini ele veren hiçbir şey göremedim. Üstelik ne söylemek istiyordu film seyirciye? Aman çoçuklarınıza iyi ve açık davranın, bir gün ölebilirler mi demek istiyordu? Eğer bu bir sav söz sayılabilirse öyle olsun; ama ben almayayım. Herkes birbirine iyi davransın be. Herkes bir gün ölebilir. Türk usulü aile odaklı arabeskin, osuruk dizi duygusallığının biraz eli yüzü düzgün bir sinematografi ile ambalajlanmasından başka halt yoktu o filmde. Ağlamak istiyorsan git Schmidt Hakkında'yı (About Schmidt) bir daha izle, sonuna kadar sabret.

14 Kasım 2010 Pazar

NURİ BİLGE CEYLAN

Bülent (Şesu) Teoman'ın Balans ve manevra filmsisini çekmek için Gümüşlük'e gelmişti. Bütün ekip. Cengiz ve Apdullah'ta vardı elbette. Bir gece Sünger'de rakı içmeye gittik, laf döndü dolaştı Nuri Bilge Ceylan'a geldi. Apdullah, NBC'nin neredeyse tamamen yanlış bir yönetmen olduğunu iddia etmeye vardırdı işi. O bir yönetmen filan değil dedi nihayetinde. Cengiz zaten adını bile duymak istemiyordu.


Şundan eminim; Ceylan iyi bir yönetmen. Bunu, ne yaptığını bilen bir yönetmen olmasından zaten anlıyoruz. Hiç kararsız değildir. Genel yargının aksine sıkıcı hiç değil, hatta iç gerilimin tansiyon arttıran tik taklarını iyi biliyor, uyguluyor. 

Her salağın balık atladığı kolay geniş açıları, ucuz bir anlatım aygıtı olmasına rağmen özgün (seçkin) kullanabiliyor. Nuri Bilge Ceylan'ın kamerası her şeye aynı anda ve eşit önemde bakıyor. Önem sırasını seyirci kurar b durumda. Zor iş ve ne hoş bir keşif seyirci adına. Böylelikle bir sinema dili yarattı.

TÜRK SİNEMASI HAKKINDA ESKİ BİR TARTIŞMA

He oldu, oldu... vardır kesin...
Berivan dizisinin çekimleri için Uludağ'da bir oteldeydik. Ben her senarist gibi Beloşino ordaydım. Bir gece rakı içiyorduk; masada yapımcımız Faruk Turgut, Sibel Can, Aytaç abi, Emre Kınay filan vardı. Bir ara muhabbet Türk sinemasına doğru dümen kırdı. Faruk ciddi ciddi bir Türk sinemasının varlığından bahsediyor, diğerleri de doğal olarak ona katılıyorlardı. Sanırım patavatsız bir şeyler söyleyebilecek kadar rakıyı kaçırmıştım; ama sağduyumu koruduğuma hala bile inanıyorum. Türk sineması diye bir şey yoktur diye cırladım aradan. Sessizlik... Faruk'un saçları dimdik oldu, Halit Refiğ filan dedi sinirlenerek. Nasıl n'olamaz Türk sineması!? Ama artık ben gazı almıştım, Halit Refiğ'in İtalyan yeni gerçekçiliğinin Anadolu taşra bir esinlenmesi hatta takliti olduğunu yumurtladım. İyice kızdı, Emre Kınay'da biraz kızdı hatırlıyorum. Beni köşeye sıkıştırmak için Yılmaz Güney'i ileri sürdüler. Saçmalamaya devam ettim; dedim ki, Yılmaz Güney Türk sineması değildir. Bireysel bir çabaydı, Yılmaz Güney, Yılmaz Güney sinemasıdır! Adam kendi yaptı bunu Türk sinemasına mal etmek anlamsız. Tartışma uzamış ama anlaşamamıştık. Hatta o gece dargın ayrılmıştık. Benim kafayı bulup saçmaladığımı ya da bilmişlik yaptığımı konuşarak kendilerini teselli etmişlerdir. Ama yıllar sonra yine söylüyorum: Türk sineması diye bir şey yoktur!


Ama Türk Sineması yoktur sonucuna nasıl vardın diye sorar, asal yanıtımı ve bunu destekleyen savı almak isterseniz; en basit tarifi ile şu olurdu: Türk sineması ucuz avantürler ve naif duygusal filmlerden birden bire entel filmlerine sıçramıştır. Şoför Nebahat'ten, Bir Kadın'ın Anatomisi'ne, Salkım Hanım'ın Taneleri'ne. Ne oluyor yahu? Ara geçiş yoktur Türk Sinemasında. Ne bir cinayet filmi var adamakıllı, ne de bir ajan filmi. Üstelik böyle bir ülkede. Bizans var İstanbul gibi bir şehir var elde ama uyduruk korku filmlerinden başka bir şey görmedik. Onlar da zaten yeni filmler. Böyle bir sinema olamaz. Türler tarihi olmayan bir sinema yoktur. Türkler film çeker o başka.

10 Kasım 2010 Çarşamba

INCEPTION

Castaneda okumuş olması lazımdı Nolan'ın...
Nolan'ın atmasyon filmi. Senaryosuna on yıl çalışmış. Biraz ağır çalışmışın diyorum. Her nedense Zindan Adasıy'la pek benziyorlar birbirlerine; ama Zindan Adası klasik trükleri ve boğucu atmosferini ustalıkla kullanarak işin içinden alnının akıyla sıyrılıyor. Inception ise çakma bir Matrix 4 olarak bariyerlere bindiriyor. Bu film hakkında fazla traş cildi bozar; ama bir senarist olarak kaçmış bir fırsattan bahsetmek istiyorum. Filmde, rüyalarda diğer kişiler hep rüyayı gören kişinin bilinçaltı yansımaları olarak verilmiş; on yıllık bir senaryo çalışması için oldukça zayıf bir sınır. Sorarım Nolan abiye, niye hiç anomaliler kullanmamış? Örneğin niye hiç insanların rüyalarında, nereden geldiği ve kaynağı belirsiz (ırksal bilinçdışından?) imgeler yok. Niçin bütün olaylar gündelik yaşamın biraz deforme bir kopyasına benziyor? İnsanlar rüyalarında kaplanlar, ejderler, mitik yaratıklar görmezler mi? Rüyalarda olaylar gri gökdelenlerde, otobanlarda, ciplerin içinde, toplantı salonlarında, otellerde mi geçer? Hayır. Bence ırksal bilinçdışından gelen bu tip imgelerin filme eklenmesi senaryoya boyut sıçratırdı; ama Nolan için çalışma süresini de uzun bir rüyaya bağlardı. İçinden çıkılmaz bir rüyaya. Yine de bu haliyle pek çekilmez olmuş, bu niteliksiz adamın milenyum rengi rüyalarının sentetik kimyası. Oysa Borges'cil rüyaların simyası nerede di mi?

7 Kasım 2010 Pazar

AMERİKAN SİNEMASI

Öğrenilmesi gereken bir çöplük. Amerikalılar aslında bu işte amele gibi çalışır ve hep vasat işler çıkarırlar. Bazı özel örnekler dışında hep paraya giderler. Şık filmler yaparlar ama; Amerikan sinemasına acırım aslına bakılırsa. Sadece Jöne ile Karo (Jeunet & Caro) bile bu kaliteli yetersizliği defalarca ispatladılar. Şarküteri'ye, Kayıp Çocuklar Şehrine, Amelie'ye bak anlarsın. Bunlar, ilgili olanakların feriştahına sahip olmalarına rağmen Amerikalılar'ın asla yapamayacağı filmlerdir. Daha niceleri var.


Yine de öğrenilmesi, çalışılması gereken bir çöplüktür sonuçta Amerikan sineması. Sinema Amerika'nın milli sporudur da ondan. Ronıld Regın'ın başkanlık yaptığı, Arnold Şivez-zeneger'in 'nin vali seçildiği bir ülkenin sinemasından bahsediyoruz. Biz de hiç Jüneyt siyasete atılmamıştır mesala. Neden biliyor musunuz? Çünkü atılamaz. Bu Bülent Ersoy'un kültür bakanı olmasını kabul etmek gibi bir şey olurdu. Türkiye'de böyle şeyler prim görmez. Ama Amerikada Avusturyalı bir et yığını Kaliforniya valisi olabiliyor. İşte sinemanın gücü. Konan'ı bile vali yapar. Keza Klinton oval ofiste ne filmler çevirmişti. Gözünü sevdiğimin Amerikan sineması.

PARÇALA BEHÇET

Aslına bakarsan hiçbir şey parçalayamaz. Parçalamamıştır da zaten. Yeşilçamın cesur ama nihayetine varmayan kahramanlarından. Tamam parçala da baba neyi parçalıyorsun? Karıları mı? Mafyayı mı? Neyi? Büyük ihtimalle hiçbir şeyi. Parçala Behçet taşralı bir anarşistin, seks furyasından faydalanarak Türk sinemasına sızma çabasıdır ama  aslına bakılırsa; özellikle senaristler ve yaratım adına çalışan diğer tüm katılımcılar ve Türk sinema tarihi adına zararlı bir yaratıktır. Parçala Behçet'miş. Çöp. Türk sinemasının çirkin küçük problemlerinden biri. Varlığı ile çirkin. Mecbur kalınmışlığı ile çirkin. Parçala Behçet, Yılmaz Güney'e bir hakaret gibidir. Sanki kültmüş gibi sevenleri filan vardır bu rezilliğin. 

6 Kasım 2010 Cumartesi

CÜCE

Par Lagerkvist'in sinemaya uyarlanmasını hayal ettiğim ama bir türlü uyarlanmayan ve asla uyarlanmayacak olan gotik eseri: Cüce. Sinemacı diye geçinen koca başların böyle yapıtlara nasıl sağır kaldıklarını ama Koku'yu  (Das Parfüm) niye çektiklerini anlayamam / anlayamıyorum.

SİNEMA TARİHİNİN EN MÜTHİŞ KAHRAMANI 2

Yine bir Japon'dan ve yine Toshiro Mifune'nin oynadığı bir karakterden bahsedeceğim için benimle dalga geçeceğinizi biliyorum. Lakin umrumda değil. 7 Sumaray'ı herkes bilir. Ben aradan çekilebilirim. Siz sadece Kikuchiyo'nun, şu sahte samurayın kahramanlığına bir bakın.

5 Kasım 2010 Cuma

ZAMAN SUÇLARI


Sevdiğim bir film gerçekten. Ağzım açık seyrettim bitene kadar. Bazı yerlerde de ensemdeki tüyler diken diken oldu. Hele Victor 1'in eve gelip ve Victor 2 biraz sonra eve gelmek üzereyken karısını sakinleştirmeye çalışması; kadını olayın dehşetinden uzak tutmak için gösterdiği o korkunç gerilimli çaba. Düşünsenize birazdan tam çıplak gerçekliğin içinde kadıncağızın kocasının kusursuz bir kopyasının çıkıp eve geldiğini ve kadının bununla yüzleştiğini. Tam bir çılgınlık. Nacho Vigalondo sıkı bir sinemacı.

SİNEMA TARİHİNİN EN MÜTHİŞ KAHRAMANI

Naaa niii?
Sanjuro'dan başka kim olabilir ki? Götü boklu Süpermen'mi? Uçan taytlı dallama. Kırmızı mavi kostümü var. Renklere bak? Trabzonspor'un amigosu musun süper kahraman mısın oğlum? Betmen'mi? Onun karizmasını yiyim ben. Maskeli baloya mı gidiyorsun dayı ne o üstündeki elli kiloluk kıyafet? İnsan onun içinde kolunu kıpırdatamaz be. Sipaydır zaten maymunluğun son noktası. Tavanda yürüyen adam. Ee? Ne oldu ben de yerde yürüyorum ne olacak? Amerikan süper kahramanlar tarihi tam bir egosal soytarılık gösterisidir. Bir de Sanjuro'ya bakın. Var mı böyle bir aşılmaz karizma? Süpermen gelse pelerini ile birlikte biçer lavuğu. Betmen'in zaten şansı yok. Bulaşmaz da Sanjuro'ya. Sipaydır biraz atlar zıplar filan ama sonunda o da tabii haçamat olur. Çünkü: Sanjuro bu! En esaslı kahramanlar insanlık tarafından red edilmiş kovgun kahramanlardır. Kural budur. Naaan niii? (Japonca "Ne dedin!?" anlamına gelmekte ve Sanjuro'nun filmdeki en sıkı diyaloglarından biridir)

Not: Ha biri çıkıpta Süpermen'de Betmen'de Sipaydır'da yanlızdı insanlıktantan kovgundu der, buna ne diyorsun diye sorarsa, şöyle yanıtlamak isterim: Onlar sadece birer şov yıldızı.  Kostümlü lavuklar! Sanjuro kostümsüzdür. Doktor Lecter' da kostümsüzlerden biridir. Örneğin onu ilk gördüğümüzde üstünde pijama vardı; ama Betmen'in Joker'den daha çok korkması gereken biri olduğu kesin değil mi?

4 Kasım 2010 Perşembe

STEPHEN KING

Son günlerde eski Stephen King uyarlamaları seyrediyorum. Çoğunluğun Stephen King'i korku gerilim yazarı gibi kolay bir tanımlama ile açıklamak eğilimi vardır. Doğru, Stephen King asla derinlikli bir yazar filan olmadı; ama Amerika'nın alt katlarını iyi biliyor. Kamyon şoförleri, ZZ. Top, bira, hindili sandviç, bar tuvaletinde iş tutan oduncu gömlekli ablalar, gece vardiyasında çalışan psikopatlar vb ile liste uzar gider. Stephen King bence bir Amerikan korku yazarından çok, taşralılığı asla unutulmaması gereken, kendine özgü yaratıcı reçeteleri ile de kült olmayı başarmış bir "Gorku Gerülüm yazarı"

26 Ekim 2010 Salı

DEMİR KARAHAN

Rahmetli Bilge Olgaç'ın o gencecik yaşımda (çocuktum) bile beni derinden etkileyen, Türk sinemasının belleğime yerleşmiş en güçlü imgelerinden biri olan muhteşem filmi LİNÇ'te meğerse Demir Karahan oynuyormuş. İnanılmaz şaşırdım. Tamamen silinmiş bu kayıt bende. Demir abi ne yaptın sen? Ne işin var senin kurtlarla murtlarla? Ama sen de haklısın. Ne de olsa Bilge Olgaç pervane gibi yanıp gitti değil mi? Yine de artık başkasın gözümde ve aklımda seni kuyruklu kulaklı işlerden uzak tutacağım.

25 Ekim 2010 Pazartesi

KOMEDİ

Gülmekten yerlere yatmak zorunda kaldığımız filmler vardır. Güldüğümüz değil, zorunda kaldığımız. Bunlar Oilimpos tanrıları. Pembe Panter. Pembe Panter'e herkes güler. O diyalogları duyan körler bile güler. Yükseklik Korkusu. Zavallı hastanın takma vampir dişleri ile korkutulduğu o çılgın, arsız derecede komik sahne. Biz Melek Değiliz. Hepsi popüler kültler. Bunlardan değil artık komedi pek yapılamamasından bahsetmek istiyorum. Artık komedi filmi çekilemiyor. Amerika'nın dünya piyasasına attırdığı derinliksiz osuruklar var; hatta abiler her türlü de güya alternatifte olabilirlermiş ayaklarındalar, ama bu sadece bir satış politikası. Pineapple Express ve Seth Rogen gibi. Çömezler de var Get Him to the Greek'teki şişko, Hatta Jay Baruchel'de bunlardan sayılır. (Gerçi o Milyon Dolar Baby'de oynayarak bu lavuklardan iyi bir giriş yaptı) Kısaca Kevin Smith büyük, Judd Apatow bunların küçük dayısı, Farely kardeşler de kuzenleri  filan ama maalesef olmuyor. Çokta haklarını yemeyeyim , Pineapple Experes'te gülmüştüm. Dolayısıyla iddia ediyorum ki komedi filminde kalite olabilir ama fazla sanat olmaz. Zaten olamaz çünkü; sanat her zaman sofistik yapısı ve yanlızlığı yüzünden biraz hüzün getirir bu nedenle sadece ucuz filmlerden bahsedebiliriz. Louis de Funes gibi, saf komiklerden, Yavru ile Katip'ten. Den Brysomme Mannen'den bahsedemeyiz. Noi Albinoi'den de. 101 Reykjavik'te çok komikti; ama bir yandan hüzünlüler. Kung-Fu Hustle gibi saf örnekler lazım. Pembe Panterler'den beri çılgınca bir iştahla gülmedim daha. Şimdilerde komedi filmleri hep tasarımmış gibi geliyor bana, ya da iyisine denk gelmedim bir türlü. Pan lanetledi beni!



23 Ekim 2010 Cumartesi

THE ROAD

Geçen yılkı Oscar jürisinin ve daimi Oscar jürilerinin dallamalığını gösteren kanıt filmdir bence. Oscar için yarışacak filmlerin arasına bile almadılar The Road'u. Oysa ki bırakın dünyanın sonunu anlatan, son derece yalın, çarpıcı bir film olmasını, bırakın o devrilen ağaçların yarattığı dehşeti; filmin bende asıl dehşet yaratan tarafı, insanların içindeki insanlığın ölmüş / ölüyor olmasıydı. Elbette dünyanın sonu başlı başına etkili bir imge olduğu için çok tüketilmiş bir trüktür; ama hep insanlık paçayı kurtarır bir yol bulur o tip filmlerde. Hep öyle olmuştur. Fakat The Road'ta durum çok vahimdi, en etkili distopik filmlerden biriydi seyrettiğim. Direk insanın ve insanlığın ölüşünü konu almıştı. yaşayan belki de tek şey varrdı: Çocuk! Babasının hırpaladığı o sefil durumdaki zenci için hala göz yaşı dökebilen o çocuk; ama maalesef o da ölüyordu. Hatta (onca olandan sonra) filmin sonunu umut verici bağlamak için cılız bir çaba vardı. Ne yalan söyliyeyim bu beni daha çok hüzünlendirdi.


Not: Viggo Mortensen'de Yüzüklerin Efendisi'ndeki o gizemli, dam budalası, Jüneyt yorumundan sonra tam ümidi kesmişken, Şark Vaadleri'nde gözümde o aptal elbiseyi sıyırıp attı ve harika bir oyuncuya dönüştü. Good'u atlattıktan sonra, The Road'la da devam ediyor.

22 Ekim 2010 Cuma

ŞATO DÖ KÖPEKÖLDÜREN

Çakal ekibi olarak, Ramada otelin alt katındaki kazık restorandayız. Ben zaten tesadüfen katıldım o elit grubun arasına. Asansörde rastlaştığım ve senarist olduğum için hadi o da gelsin dediler ayıp olmasın diye gibiydi nerdeyse. Senaristler biraz kompleksli olur. Her neyse sonuç olarak restorana kapağı atmayı başardım. Masada kimler yoktu ki, Erkan Can, İsmail Hacıoğlu, Vildan Atasever, Sertaç Ortaç, Ben! Erhan Kozan, hatta yapımcımız ve cin fikirli editörümüz bile bir ara uğradı. Yani Hollywood'un kıskanacağı bir masa sizin anlayacağınız. Herkes Valenesiya mı Kobe bifteği mi pek anlayamadığım öyle bir şeyler sipariş etti, Ben çok asil (!) olduğum için tabiii hiçbir şey söylemedim, bir Batman edasıyla sadece beyaz şarap ısmarladım. Derken şef geldi ve o da bir beyaz şarap ikram etti. İşin içinde kibar bir teklif vardı; olağanüstü nadir bir şarap içer miyiz diye öneriyordu şef masaya, abinin önerdiği şarabın şişesi 2600 dolardı. Gerçek bu. 47. Antalya Altın Portakal Film Festivalindeyiz ve herifler bize 2600 dolarlık şarap geçirmeye çalışıyordu. Yersen yani. . Bizi ne sanıyorlarsa? Bu arada Erkan Can Hasan Sabbah'tan filan bahsediyor, İyice kafam karıştı. Şef şu 2600 dolarlık şaraptan bir kuple hediye getirdi bir kadehte. İlk önce İsmail'e verdi tadına baksın diye İsmail içti, kendisi bir taraftan da "Akın" olduğu için, ne yazar. Umursamadan yanındakine uzattı kadehi, herkes aynı kadehten sırayla içti şu müthiş şaraptan ve hiçbir şey anlamadı; elbette ben de anlamadım; çünkü biz ÇAKAL ekibiydik şaraptan filan anlamayız. Bizim için en iyi şarap Şato dö Köpeköldüren'de olabilir.

RESIDENT EVIL: AFTER LIFE

Bu kez yoğun bir Zack Synder etkisi gözlemleyebileceğiniz halde, Matrix'ten, Blade 2'ye hatta Silent Hill'e kadar bir çok kaynaktan imge araklayıp, sonuçta kendi kulvarında bayağı etkili, kolaj bir film yaratmayı başarmış Anderson abi. Gerçi kaliteli seyirci için bu arabesk-sci-fi harala gürele çöpten fazla anlam taşımaz; ama ben her türden filmi seyredebilecek, tedavisi olmayan hastalardan olduğum için, filmin imge yaratmadaki gücünü es geçemedim. Eğer izlerseniz ve eğer imge avlamaktan hoşlanıyorsanız şöyle bir göz atmakta sakınca yok. Geyikçi arkadaşlarınızla bir haftasonu, birkaç bira eşliğinde seyredilir icabında. Neden olmasın?

21 Ekim 2010 Perşembe

SE7EN

Eski filmleri ya da seyrettiğim filmleri dönüp tekrar seyretmeyi sevmem. Daha doğrusu eskiden bunu hep yapardım ama belli bir zaman sonra vazgeçtim. Şöyle dedim kendime: öleceksin olhm, niye seyrettiğin bir filmi bir daha seyredeceksin ki? Haklıydım da; yine de bazı filmleri seyretmeden edemiyorum. Örneğin dün gece Se7en'ı seyrettim. Çokta hayranı değilimdir. İyi ki seyretmişim. Filmin o total gücünü sağlayan özenli etkinin kaynağını keşfettim. Karakterlerler çok iyi anlaıtılmıştı. Yoğun, derin, dramanın ışıksız sularında yüzen bir tarz. Katil çokta önemli değildi aslında, o gösterişli bir imgeydi sadece. Üstelik o sürekli yağmur yağan isimsiz zamansız şehir de öyle. Öyle bir şehir yoktu; sanki o kasvetli şehir, umutsuz, çıkışsız kahramanların iç dünyalarıydı. Ama Somerset; tüm naifliğine rağmen bir dallama olan Mills bile çok gerçek insanlardı. En korkunç şey Mills'in başına geldi zaten. Niteliksiz, suçsuz zavallı dallamanın. Safkan bir Amerikalı olduğu da inkar edilemez.


Dolayısıyla iz bırakan filmleri tekrar izlemek iyi; ama sanırım biraz nadir bir ekonomi ile yapmak lazım bu işi. Örneğin çok yoğun, gerçekten derin etkiler bırakan filmleri bir kere seyretmek çoğunlukla kişiye yeter.

20 Ekim 2010 Çarşamba

KISKANÇLIK ya da KYODONTAS

Geçen gün Yunanlı genç bir sinemacının ilk filmi olan Kyodontas'ı (Köpek Dişi) seyrettim. Yabancılaşma, toplumsal insanın cinneti ve insan etiğinin anlamsızlığına dair esaslı bir filmdi. Ne yalan söyleyeyim kıskandım Giorgos Lanthimos'u. Sadece zımba gibi filmini ve pırıl pırıl aklını değil; çalıştığı insanları ve filminin ulaştığı/ulaşabildiği mecrayı kıskandım. Bizde Kutsal Damacana filan türünden, çift katlı süper emici film ruloları iş yaparken, Yunanistan'da seyirci Kyodontas gibi bir filme hazır. Gel de kıskanma.

19 Ekim 2010 Salı

ÇAKMA SAMURAY'IN YALNIZLIĞI

İşte başlık Çakal'ın kendince durumunu açıklıyor. Entel emsalleri ile baş edemedi. Çünkü Akın çıtkırıldım bir muhallebi çocuğu değildir. Böylelikle gaz rengi takım elbisesi ile sanat camiaasından kapı dışarı edildi Çakal. Gerçi biraz otelde kaldı ve beleş şampanya filan dikti kafaya ama sonuç olarak şutlandı . Yakışır Akın'ıma be. O nerelerden kovulmadı ki zaten? Okuldan da kovmuşlar Çakal'ı. Hep kendi suçu. Senin Antalya altın film portakalı fesvivalinde işin ne? Zaten daha festivalin ismini bile telaffuz edemiyorsun!


ÇAKAL!
O bir Efsane!
YILIN EN ACIMASIZ FİLMİ!