31 Ocak 2011 Pazartesi

LA NANA (2009)

İşte sade, gösterişsiz ama latin Amerika sinemasına özgü bir biçimde için için parlayan bir film daha. Hem yazıp hem yöneten Sebastian Silva (1979 doğumlu genç bir arkadaş) her yanından insancıllık yeşeren, yavaş yavaş sizi de içine çekiveren bir film yapmış. Fazla numaraya gerek yok, sadece tek bir insan bile ne kadar çok şey anlatıyor, iletiyor seyirciye. Raquel 40 yaşlarında bir hizmetçidir. Yaşamını yıllardır yanında çalıştığı aileye ve onların çocuklarına adamıştır. Bu sessiz, ketum kadın derinlerde yoğun duygular yaşasa da yüzeyde bir böcek kadar aksi, uyumsuz ve iletişimsiz bir yaratıktır. Bu uyumsuzluk neredeyse bütün kalbiyle bağlı olduğu bu aileyi yitirmenin sınırına getirir onu, en çokta evin büyük kızı Camila ile papaz olurlar; ama evin hanımı Sinyora Pilar sabırlı bir kadın duyarlılığı ile ondan vazgeçmek istemez. Hatta daha da fazlası o yorulmasın diye eve yardımcı hizmetçiler almaya çalışır; ama Raquel bu kadınları da büyük bir tehdit olarak görür. Bahçeye çıktıklarında kapıyı arkalarından kilitler, duş alırlarsa banyoyu dezenfekte eder, onlarla bir köpekle konuşuyormuş gibi konuşur. Eve gelen yavru kediye bile tahammülü yoktur. Bir yandan da kaynağı belirsiz korkunç baş ağrıları çekmektedir bizim suratsız hizmetçi Raquel, münasebetsiz zamanlarda düşüp bayılır. Hem kendine zindan eder hayatı hem başkalarına. Hastalık haline gelmiş kaygılarının devası yok gibidir. Derken bir gün son derece kolay gülen, sevimli dört göz Lucy yeni yardımcı hizmetçi olarak gelir eve. Bizimkinin domuzluğu elbette devam etmektedir ama bir gün banyoda düşüp bayılacağı tutar. Bir çocuk insancıllığına sahip Lucy onun için ciddi ciddi endişelenir ve gözyaşlarını tutamayıp ağlar. Sadece bir insan yani Raquel için dökülen çıkarsız gözyaşlarıdır bunlar. İşte bu noktadan sonra Raquel'in gerçek savaşı başlayacaktır. Yani kendiyle olan savaşı. Şili sinemasının bu sevimli örneği herkese tavsiye olunur. İki damla gözyaşı da hediyesi.

24 Ocak 2011 Pazartesi

KICK-ASS (2010)


Her nedense 8.0 gibi yüksek bir İmdb puanına sahip. Hatta bazı denyo sinema yazarlarının son on yılın en iyi filmleri listesinde bile boy gösteren, tahammül ötesi, güya bir alt metni varmış ayaklarda koşan, ama bırak alt metni, tutarlı bir metni bile olmayan, japon animesi sübyancılığı tadında şiddet pisliği. Çakma süper kahraman özentiliğinden, hayali azimleri ile gerçek süper kahramanlığa terfi eden veletlerin, ebeveynleri simgeleyen kötü adamların kıçını tekmelediği, böylelikle bastırılmış öfkelerini meşru bir şekilde boşaltmaları ana fikrine yaslanan Kick-ass bir yerlerde yolunu yitirip, salt veletlerin uyguladığı bir şiddetin şovuna dönüşüyor giderek. Yazanı da çekeni de (Matthew Vaughn diye bir arkadaş) kutlamak ve ağızlarını kırmak istiyorum. Kifayetsiz bir Zack Synder pazarlama kurnazlığı ile kotarılmış bir konsept filmi olabilmiş sadece. Bir tasarım. Ama nerede Zack Synder'ın olağanüstü esnek ve keskin sanatı nerede bu zavallıca, görsel açıdan da onca poposunu (ass) yırtmasına rağmen başarılamamış içi boş ambalaj. İçinde zararlı bir boşluk var filmin. Çocuklara seyrettirmeyin. Gizlice seyreden çocuklarınsa acımadan kıçını tekmeleyin.

PİRANHA 3D (2010)

yesinler seni abla...
Canavarlaşan hayvanların saldırısı teması B serialin belki de en rüküş örneklerini barındırır bünyesinde. Ne zırvalıklar vardır sormayın gitsin. Canavar arılar mı istersiniz yoksa et obur koyunlar mı? Lakin 3D olmasına rağmen Piranha öyle değil. Elbette bunda genç olmasına rağmen (1978 doğumlu) rüştünü ispatlamış yönetmeni Alexandre Aja'nın rolü büyük. Tutarsızlıkları olan yerse senaryosunu bir kenara bırakıp, görselliğine ve giderek Amerikan toplumunun korkunç alaycı bir eleştirisine dönüşen satır arası mesajlarına takılmak lazım filmin. Aşırı bir etsel şiddetle Amerikan bireyine de saldıran film, son derece acımasız bir kara mizahla bu eleştirinin sonunda söz konusu bireyi de öldürmeden geçmiyor. Piranhaların çatır çatır yediği playboy kızları, kaslı ve yakışıklı ama bir o kadar da yüzeysel ve aptal fucker abilerin de arkaik piranhalarımız tarafından ham yapılması da cabası. Hatta filmin bir yerinde yavşak televizyoncu Jake "Çükümü yediler!" diye isyan ediyor; ama filmin sonunda suyun sonsuz boşluğunda yüzen Jake'in pipisini görüyoruz. Yememiş piranhalar Jake'in pek kıymetli aletini. Galiba tadını sevmemişler. Bizim Jake'in ise ölürken söylediği son söz "Islak t-shirt" oluyor. Alabildiğine komik ve anlamsız. Kanlı, etsel şiddet sizi irkiltmiyorsa, şöyle bir göz atın Piranha D3'e, sanki kaktüse oturmuşunuz gibi pek rahat bir seyirlik vaad etmiyor; ama işin incesine meraklıysanız, hem insana hem Amerikan toplumuna bir güzel giydirişinden hoşlanabilirisiniz belki de.

SHADOW (2009)

Hem yönetmeni Federico Zampaglione'yi hem de ikinci filmi olan Shadow'u yeni keşfettim ve çok hoşuma gitti. Bakmayın siz İmdb'deki 5.6 puana, B serialin ışıksız sularında yüzen Shadow heyecan verici ve sürprizlerle dolu bir film. Samimiyetle, sevilerek yazıldığı çok belli olan, capcanlı bir senaryosu var. Ayrıca görüntüler ve anlatım biçimi ile de pırıl pırıl bir iş çıkarmış yönetmen; ama filmin en etkin tarafı kadı kızında da olur bazı zorlama hataları dışında elbette senaryosu. Fakat ormanda, inin cinin top oynadığı, tekinsiz bir kuytuya kurduğu korkunç laboratuarında takılan, çılgın nazi eskisi ya da hepten sıyırmış bir sovyet bilim adamı tadıntaki, alabildiğine insanlık dışı, nosferatu kılıklı uçmuş karakter de filme gerçekten çok şey katıyor. Bariz hataları da olmasına rağmen keşfedilmeyi hak eden, manevralarla dolu bir film. Klasik bir sapık, kurban, kaç kovala filmi gibi başlayıp (özellikle 2007 yapımı El Rey de la Montana'ya çok benziyordu) birden Hostel, Frontier kulvarına sapan ve filmin kötü adamlarını da kurban haline dönüştüren film son bir manevra ile de seyirciyi hiç beklemediği bir anda ters köşeye yatırıyor. Yatırıyor ama imgeleri yerli yerine oturtarak ve elinden geldiğince hiçbir şeyi havada asılı bırakmayarak, alnının akıyla hallediyor bu işi. Ufak tefek hataları da biz affediyoruz, filmin samimi çabasını göz önüne alarak. Seyredin ilginç film. Genç olduğunu düşündüğüm yönetmeni kesinlikle ilerde iyi işler yapacak, ayrıca senaryoyu da yazmış olması onu daha güçlü bir şekilde destekliyor. Yürü be Federico diyorum!

10 Ocak 2011 Pazartesi

ZOMBİ

iş yemek ve gelecek istiyoruz!
Yıllardır düşünür dururum zombi neyi simgeler diye. Kolektif bilinçaltımızdan böylesine korkunç, böylesine ayrıksı neyin yansımasıdır? Hep derin bi anlam aramaya çalıştım. İmgeleri olduklarından biraz fazla dramatize etmek gibi zararsız-kötü bir alışkanığım vardır. Giderek bu arayıştan vazgeçtim. Zombi bence niteliksiz insan kitlesinden başka bir şey değil. Evet, küçük burjuvanın refah yaşamını tehdit eden, niteliksiz, aç, sefil insan kitlesi. Zombinin özelliklerine bakınca bu zaten belirginleşiyor. En önemli nitelik: zombi aslında ölüdür. Mekanik bir şekilde yaşamaktadır; ama özde ölüdür. Tıpkı geleceği olmayan insan kitlesi gibi. Zombi açtır. Zombinin en temel ikinci niteliği, onu niteliksiz ve gelir uçurumunun dibinde yaşayan insan kitlesi ile birleştiriyor: açlık! Zombi kitle halinde hareket eder. Evet, faşist kitleye, yobazların kitlesine ya da holiganların kitlesine katılan niteliksiz adam gibi zombi de ölü bir kitleye aittir; ama bir yandan da yanlızdır. Tıpkı niteliksiz kitlenin bireyi yanlız bırakışı, onu sadece büyük etin içinde kabullenişi gibi, zombi de sadece ölü olduğu için, kendi korkunç  toplumunda kabul görür. Özünde bireyselliği yoktur. Bu anlamda derin bir yanlızlık içindedir. Zombi ölüdür, bundan daha yanlız ne olabilir ki? Zombi beceriksizdir. Yürümeyi bile beceremez, ağırkanlı ve tembeldir. Eğer taze et peşinde koşmuyorsa, boş boş sokaklarda dolaşır ya da bir yerde dikilip anlamsız boşluğa bakar. Tıpkı televizyon seyreden canlı ama niteliksiz akrabası gibidir. Zombi cahildir. Saldırgandır. Konuşamaz bile. Sadece bazı homurtular çıkarabilir. Bu onu iletişimsizliğin dibine demirler. Ne bir şey söyleyebilir ne de söylenini anlar zombi. Böylelikle niteliksiz kitlenin bütün özelliklerinin grotesk bir evrim geçirmiş hali gibidir ve küçük burjuvanın güya erdemli ve refah içindeki yaşamını çok pis tehdit etmektedir. Buradan küçük burjuvanın iki yüzlülüğüne de bir bakış atılabilir. Zombiden kurtulmanın tek yolu onu yine öldürmektir. Üstelik hala beyninde bir şeyler yaşadığı için kafasından vurulmalıdır. Böylelikle küçük burjuvanın düş gücü en pratik ütopyayı kurmuş olur: Öldür ve kurtul. Kitlenin yok oluşu, toplumun sadece nezih küçük burjuvarlardan oluşması ütopyası. İlerde zombinin biraz iğrenç ama harika bir köle olduğu keşfedilecektir! Zaten şehrin caddelerinde amaçsızca dolaşan zombi kalabalığı, iş çıkışının bir parodisi gibidir sanki.