29 Kasım 2010 Pazartesi

MUSTAFA

Atatürk hakkında yazılmış, çizilmiş, çekilmiş çöplüklerin en esaslılarından biri. Güya Atatürk'ü sıradan bir insan olarakta gösteriyormuş film. (Hayırdır, ben göremedim?) Siz Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyeti'ni sırf kişisel hırsı yüzünden kurduğunu biliyor muydunuz? Osmanlı'nın tarihin rafına kalkması da Atatürkün kini yüzünden. Tam deli saçması. Bok atmanın bu kadarı olur. Filmde Atatürk'ün yaptığı her hata insani zaafları, kazandığı her başarı ise şansı yüzünden gerçekleşmiş gibi gösteriliyor. Atatürk'ten ne isterler anlamam. Düşünün, bir ulusun bilinç altını, yıkılıp gitmiş bir imparatorluğun ölü imgesi mi destekler, yoksa kazanılmış bir bağımsızlık savaşının haklı gururu mu? Osmanlıcılar'la liboşlar çok alkışladılar bu saçma sapan film ziyanını. Öylesine sapkınlaşmışlar ki, aşağılık komplekslerinin, batı karşısındaki zorlanımlı çıbanlarının irinini ancak böyle yaltakçı, mazoşist kara çalmalarla akıtabiliyorlar. Üstelikte ne sinematografisi ne de görsel, anlatımsal bir bütünlüğü vardı bu sefil filmin. Adı bile yanlış. Kemal kadar taş düşsün başınıza!

EL SECRETO DE SUS OJOS (2009)

Juan Jose Campanella'nın masif ahşaptan, koyu cilalı, zarif filmi. Eski okul (Old School) sinemasını her zaman beğenmişimdir. Hele aşkla polisiyeyi böyle sofistik bir harmanla bir araya getiriyorsa yeme de yanında yat. Salt polisiye ya da aşk filmi diye de okumamak lazım, şaka maka yanlız, yaralı bir insanın koskoca ömrünü anlatıyordu film. Bize de dokunduruyordu tabii zarif iğnesini: İnsan koskoca bir yaşamı nasıl ziyan eder diye. Aşkın vahşi, marazi yönüne de bakmaya zorluyordu aynı zamanda; ama hiçbirini kabaca bir ihtirasla yapmıyor Campanella. Borges'ten miras kalmış bir incelik hakim sanki filmin her karesine. Sanat yönetmenliğinden, oyunculuğa kadar her şey tam kıvamında bu neredeyse tadını unuttuğumuz eskil kokteylde. İçiniz bu filmi. Ben içtim harika bir sarhoşluğu var. Hüzünlü ve neşeli. Üstelik o şahane Pablo Sandoval karakteri ile tanışmakta cabası.

MONSTERS (2010)

Gareth Edwards'ın Cloverfield'la, District 9 arasında bir yerlerde duran, B serialin sularında yüzmesine rağmen oldukça etkileyici filmi. Buradaki yabancılaşma direk insanın üzerinden değil yaratıkların üzerinden anlatılıyor. İnsanın, diğer türlere ne denli sağır kaldığı ile ilgili bir yaklaşımı var. Ta ki onlar dünyayı yavaş yavaş işgal etmeye başlayana kadar. Sonra da dünyanın ortasında (Meksika) koskoca hastalıklı bir alan ilan ediyor insanlık ve hemen ötekileştiriyor bu dev titansı yaratıkları. Amerika ise Çin setti benzeri izole bir duvarın arkasında sanki artık dünyaya ait değilmiş gibi iletişimin kesildiği bir tür paranoya Tibet'ine dönüşmüş bu kaotik alternatif dünyada. Fakat sonunda kahramanlarımız filmin etkileyici finalinde, bu yaratıkların da eşi benzeri bulunmaz şahane evrensel varlıklar olduğuna bizzat kendileri tanık olurlar. Bu düşman belledikleri korkunç yaratıklar sevebilmektedir! Bir aşk dansları bile vardır. Evren, dolayısıyla dünya onların da evidir. Tüm varlıkların!


Monsters, başkalaşım göstermiş dünyası ile bağımsız sinemanın iddiasız ama yine de cesur bir örneği. Ben çok sevdim bu canavarları. Gareth Edwards'ta eminim iyi işler yapacak ilerde.

24 Kasım 2010 Çarşamba

JCVD (2008)

"Kendime soruyorum bu dünyada ne yaptın diye: Hiçbir şey!"
Uzun süredir seyretmek istediğim ama bir türlü denk getiremediğim, bu son derece alçakgönüllü güzelliği sonunda seyrettim. Vay be! İyi işlerin, başta çılgınca ve anlamsız gelen fikirlerden doğduğuna dair inancımı yeniden pekiştirdi, bu karanlık karamel bon bon şekeri film. Ayrı bakış açılarından ve ayrı senaryo zamanlarından olayı tekrar ele alan şık bir senaryosu vardı. Çok hoş bir pararlel paslaşma kurmuştu senarist. İşin doğasını iyi anlayan bir yönetmen ve atmosfer yaratan bir ekiple birlikte harika bir iş çıkartmışlar. Hele Jean-Clade'un insanlıktan bir süreliğine yükselip, tüm olayın dışına çıkarak kendi hakkında yaptığı o esaslı konuşma (ki direk bizle konuşuyor), şu yıllardır moloz diye baktığımız adamın iyi bir oyuncu olduğunu gösteriyordu. Tirad sayesinde bir insan olarakta sevdim bizim Jan Kılod'u! Hala seyretmediyseniz seyredin.

21 Kasım 2010 Pazar

OLMAYAN FİLMLER HAKKINDA YAZMAK

Hiç çekilmemiş, henüz bir fikir olarak bile bulunmamış, kısaca varolmayan filmler hakkında yazmak istiyorum. Özgür bir yaklaşım. Sinema eleştirmenliğini SFE tekniğinden daha ileri götüren bir aşama. Olası, hatta olma ihtimali çok belirsiz filmler hakkında yazmak. Böylelikle dünya sinemasının fikir tekellerinden seyirciyi kurtarmak isteyen bu anarşist eleştirmenlik özgürlüğü zorlar. Bir filmin olmak zorunda kalmadığını düşünsenize, bu emperyalist Amerikan sinemasının zaten sonu demektir. Sizin 666 milyon $ bütçeniz varsa, bizim de hayal gücümüz var. Hade bakalım! Sana var ya bir Alien 7 eleştirisi yazarım aklın şaşar. Filmi yapmışım bitmiş bir de eleştrisini yazıyorum John. Bittin sen.

17 Kasım 2010 Çarşamba

SEYREDİLMEMİŞ FİLM ELEŞTİRİLERİ. (SFE) 1: SAW 3D

Aslına bakarsanız bu filmin adının Testere 7 olması gerekirdi di mi? Jigsaw gene var filmde söyliyim. Ona göre gidin. Kurtulamadık pezevenkten, yedi tane testere var hala biriyle doğrayamadılar herifi. Tabii bu filmde de karmaşık, alengirli, iğrenç cinayet düzenekleri ve planları var; ama daha çok seyirciyi öldürmek için planlanmış cinayetler bunlar. Seyircinin gözlerini oyup, biletini götüne sokan makinalar söz konusu. Kafayı çalıştırıp antrakta tüyersen yırtmış oluyorsun. Yok kalırsan Jigsaw seni hallediyor; çünkü hala bu filmi seyrettiğine göre yaşamının değerini bilmiyorsun demektir. Jigsaw'ın en uyuz olduğu şey! Bir de bu filmin diğer 6'sından çok önemli bir farkı var. Kurbanlar inanılmaz gerizekalı, önceki 6 filmi seyretmiş olmalarına rağmen, hala Jigsaw'ın tuzağına düşüyorlar. İsteyerek düşüyorlar galiba. Kurbanlar Jigsaw'dan daha sapık. Seyirciler de bayağı şüphe uyandırıcı. İnanılmaz iyi bir film. Hem de üj boyutlu. Testere aynı gerçek testere gibi valla yapmışlar. Çoluğu çocuğu yengeyi alın gidin hafta sonu, özellikle yaşlı akrabaları falan da götürün. Yazık onlar da doğransın.

SEYRETMEDİĞİM FİLMLER HAKKINDA YAZMAK

Gerçekten de bunu yapmak istiyorum; yeni bir eleştiri ekolü olarak. Eski eleştiri ekollerine karşı, yeni çağın en ön yargısız eleştiri yöntemi: seyretmediğin filmler hakkında tahmini uçuşlardan oluşan bir eleştiri yöntemi olmalıdır bence. Nasıl ama? Böylelikle vizyon filmleri hakkında istediğim gibi yazabilirim. Bak, iyi oldu bu fikri bulduğum İgor. Hemen başlıyorum. Vizyon filmleri hakkında en sağlıklı tüyoları almak için Sinemariz'i mutlaka takip edin. Seyredilmemiş Film Eleştirileri: SFE. 

16 Kasım 2010 Salı

TERSNİNJA ve "ÇAKAL"

Bizim film hakkında yeni yazı yazmışlar mı diye taktım, düzenli olarak her sabah kontrol ediyorum interneti. Donla, yüzümü yıkamadan makineyi açıyorum. Film yapmak hafiften kafayı yedirtiyor insana. Çakal hakkında yazacaklarmış, çokta umrundaydı sanki milletin. Tersninja'ya çakal ninjalık yaparak film hakkında yazı çıkmasını tetikledim. Yoksa uzayıp gidecekti o iş. Filmi pek hatırlamıyorum diye girmiş; ama cin gibi bir yazı yazmış Landlord sonunda. Çıkan en düzgün ve güzel eleştiriydi film hakkında. Beğenmiş. Fakat benden hiç bahsetmiyor? :) Ulan niye hep senaristlere yokmuş gibi davranılır? Neyse çokta dikkatli. Son editte de bir bozukluk olduğunu araklamış. Haklı. 

Landlord'un güzel yazısı: 
http://www.tersninja.com/seyirsinas-landlord-celebi%E2%80%99nin-altin-portakalnamesi-son-kisim-borekci-tevfik-cakal#more-13510


SALAK GİBİ FİLM SEYRETMEK

Film seyretmenin tek yolu. En gelişmiş sürümü. Bir filmde gördüğünüz, tanık olduğunuz herşeye inanın. Tıpkı gerçek yaşamda olmuş ya da en azından rüyanızda görmüşünüz kadar. Hiçbir zaman mantıklı film seyreden lavuk olmayın. O lavuğun elinde ukalaca bazı sığı yorumlardan başka bir şey kalmaz. Filmi yitirir. Oysa salak, bir film Don Kişot'u gibi gerçek hazineyi elde eder. Kalbine yürür filmin. Çünkü filmin sadece bir rüya olduğunu aptala malum olur gibi hissetmektedir. Ne kutlu ona. basit bir filmden bile ne çok şey çıkartabiliyor.

AKİRA KUROSOWA ve KAGEMUSHA

gölge gövdeden daha bilge olabilir
Şurası şüphesiz ki en etkilendiğim ve benim için sinemanın ta kendisi olan büyücü elbette Kurosawa'dır. Fanatik bir Kurosawa çekirgesi olduğumu itiraf ediyorum. Seve seve. Kurosawa kadar kendinden emin yönetmene az rastlanır. Çok az. Kritik dengesiz şeyler anlatırken bile tam emin olduğu noktalara basar kata çizer gibi. Gösterişsiz görkemin ta kendisidir. Bütün filmlerinin hastasıyım samurayın; ama Kagemusha'nın (Gölge Samuray) ayrı bir yeri vardır trajik cesareti ile. Dünyanın en dandik ve en müthiş kahramanıdır Tekada bana göre. Sağanak yağmurda kaleden kovulan , yeniden kendine dönmek zorunda kalan dilenci samuray. Öldürmek için koca bir ordunun gerektiği ölümsüz kaybeden.

DISTRICT 9

artık insan değilim...
Bir uzaylı filmi olduğunu düşünmüyorum. Sadece insan olmayanla ilgili bir filmdi. Uygar Şirin "Al Nijeryalılar'ı koy uzaylıları, olmuyor böyle yemezler" diye yazmıştı hakkında filmin, sanki ötekileştirmeyi bu kadar ucuz uyguluyormuş gibi film. Yanılıyordu. Talihsiz saptama. Filmin uzaylılarla ilgisi birincil değildi; asıl yoğun biçimde insanla ilgisi vardı. Asıl kahraman insandı. Sonunda peşindeki korkunç sistemden kaçabilmek için, insan bilişselliğini bırakmak ve tamamen insanlık dışına çıkmak zorunda kalan ve bu sayede fiyatı çok acı da olsa özgürleşen o insan kahramandı asıl mesele! Artık ona insan diyemeyiz. Van de Merve, beyaz atalarından ona miras kalan soyadı ile Güney Afrika sonsuzluğunda insan olmaktan vazgeçti. Bir bireyin kişisel tarihini bir yana atıp insanlığını bıraktığını anlatan esaslı bir film.

EYES WIDE SHUT

Bir türe sokmak gerekirse korku türüne sokmak istiyorum bu filmi. Hem de esaslı korku filmlerinin son örneği olarak. Filmin sonu, o korkunç törenleri yapan çevre gerçek miydi yoksa, zengin dallamalarla kafa bulmak için jet sosyetenin geliştirdiği sapkın bir oyun muydu? sorusu ile açık kalır. Buna kesin bir cevap verilemez belki ama iki sorum var. Dr. Harford az daha AIDS olacaktı. O kaliteli fahişe ile yatsaydı? Kıl payı yırttı ölümden, üstelik ahlaki bir değeri koruduğu için. Gerçekten şeytan oralarda bir yerde dolaşıyor olabilir miydi? Diğeri ise Alice'in filmin başındaki partide dans ettiği karizmatik Macar'la ilgili. Kimdi o adam? Niye koymuştu Kubrick o sonradan ortadan kaybolan karakteri filme? Kubrick hiçbir şeyi boşuna yapmaz bilirsiniz. yoksa şeytanın ta kendisi miydi Sandor Szavost? Ya da o korkunç töreni yöneten, yüzünü göremediğimiz adam mıydı? Bu soruların hepsini kendi adıma evet olarak yanıtlıyorum. Bu noktada hayır demek: Gözleri Tamamen Kapalı olur.


Üstelik György Ligeti'nin ürpertici soundtrack'i hesaba katılırsa iyice emin oluyorum elit bir korku filmi olduğuna Gözleri Tamamen Kapalı'nın.

15 Kasım 2010 Pazartesi

ADİLE NAŞİT

Sevgilim seni o güzel ördek dudaklarından ve yanaklarından öpmek, sana yollardan dönmüş kayıp bir oğul gibi sarılmak isterdim. Tombik masal. Makyajsız Hobbit anam. Türk filmlerinin ne pahasına olursa olsun neşeyle zıplayan, ölürken bile koşabilen tatlı savaşcısı. Sen ne ulu bir ruhmuşun ufaklık. Seni unutamam. Annem gibi olmuşun. Bir yerlerden çıkıp gelsene? Hortlak olarakta gelirsen gel. Kurtar şunların elinden bizi. Bak artık Suna'da yanında. Sizi gidi cadılar bir şey yapın!

Not: Ayrıca bir de üstüne ziyan edilmiştir Adile Naşit. Onun yüksek sempatisinden hakkıyla faydalanan ve ona layık güzellikte rollerde kullanılmamıştır. Sadece gülünç ve sevimli bir katkı olarak harcanmıştır. Bir de Türk sineması var diyorlar. Türk sineması yoktur; Adile Naşit (ler) vardır. 

DERVİŞ ZAİM, DERİN DEVLET ve BÜLENT KAYABAŞ

Al işte kanımın ısınmadığı bir tayfa daha. Aynı güvertede ben yerleri fırçalıyorum, o kasılarak geziyor; ama Filler ve Çimen faciasından sonra onu listeden uçurdum. Tabutta Rövaşata'yı da rahmetli Ayşen oynadı diye özel bir yerde tutarım hepsi o. Neydi o Bülent Kayabaş'lı açılış yahu? Zaten bir filmin içinde Bülent Kayabaş varsa, hele böyle bir filmin, bayağılaşmamasına, malzemesinin birden uğursuz bir dokunuşla ahşaptan, naylona dönüşmemesine imkan var mı? Bülent Kayabaş her imgeyi, Türk filmlerinin seks furyası ucuzluğuna indirger. Böyle bir kastı, güya derin devleti anlattığını iddia eden, aceleyle çırpıştırılmış filmine ekleyen yönetmenin fantazilerden korkarım ben. Bülent Kayabaş Bumerang Cehennemi'nde bile oynadı. Gerisini siz hesaplayın artık. Derin devlet ve Bülent Kayabaş. Sanırım bu çelişkili ilişkiyi Derviş Zaim kadar Osman Sınav reis de keşfetmiş. 

BABAM ve USTAM

hü... hü... hü... hıck...
Yıllardır kafamı kurcalar durur. Ne yaşlı başlı vakur abiler, ne kelli felli enteller ağladıklarını itiraf ettiler bu filmde. Bir saniye duygulandıysam terbiyesizim. Ya bende bir odunluk var ya bu filmin hiçbir numarası yok çözemedim. Genç birinin ölmesi her zaman trajiktir, her zaman üzer insanı özellikle yakınlarını mahveder. Bu filmdeki kahramanın bu genellemeden farklı hiçbir yönü yoktu. Ben o babayla oğlunun arasındaki nefretin derinliğini ele veren hiçbir şey göremedim. Üstelik ne söylemek istiyordu film seyirciye? Aman çoçuklarınıza iyi ve açık davranın, bir gün ölebilirler mi demek istiyordu? Eğer bu bir sav söz sayılabilirse öyle olsun; ama ben almayayım. Herkes birbirine iyi davransın be. Herkes bir gün ölebilir. Türk usulü aile odaklı arabeskin, osuruk dizi duygusallığının biraz eli yüzü düzgün bir sinematografi ile ambalajlanmasından başka halt yoktu o filmde. Ağlamak istiyorsan git Schmidt Hakkında'yı (About Schmidt) bir daha izle, sonuna kadar sabret.

14 Kasım 2010 Pazar

NURİ BİLGE CEYLAN

Bülent (Şesu) Teoman'ın Balans ve manevra filmsisini çekmek için Gümüşlük'e gelmişti. Bütün ekip. Cengiz ve Apdullah'ta vardı elbette. Bir gece Sünger'de rakı içmeye gittik, laf döndü dolaştı Nuri Bilge Ceylan'a geldi. Apdullah, NBC'nin neredeyse tamamen yanlış bir yönetmen olduğunu iddia etmeye vardırdı işi. O bir yönetmen filan değil dedi nihayetinde. Cengiz zaten adını bile duymak istemiyordu.


Şundan eminim; Ceylan iyi bir yönetmen. Bunu, ne yaptığını bilen bir yönetmen olmasından zaten anlıyoruz. Hiç kararsız değildir. Genel yargının aksine sıkıcı hiç değil, hatta iç gerilimin tansiyon arttıran tik taklarını iyi biliyor, uyguluyor. 

Her salağın balık atladığı kolay geniş açıları, ucuz bir anlatım aygıtı olmasına rağmen özgün (seçkin) kullanabiliyor. Nuri Bilge Ceylan'ın kamerası her şeye aynı anda ve eşit önemde bakıyor. Önem sırasını seyirci kurar b durumda. Zor iş ve ne hoş bir keşif seyirci adına. Böylelikle bir sinema dili yarattı.

TÜRK SİNEMASI HAKKINDA ESKİ BİR TARTIŞMA

He oldu, oldu... vardır kesin...
Berivan dizisinin çekimleri için Uludağ'da bir oteldeydik. Ben her senarist gibi Beloşino ordaydım. Bir gece rakı içiyorduk; masada yapımcımız Faruk Turgut, Sibel Can, Aytaç abi, Emre Kınay filan vardı. Bir ara muhabbet Türk sinemasına doğru dümen kırdı. Faruk ciddi ciddi bir Türk sinemasının varlığından bahsediyor, diğerleri de doğal olarak ona katılıyorlardı. Sanırım patavatsız bir şeyler söyleyebilecek kadar rakıyı kaçırmıştım; ama sağduyumu koruduğuma hala bile inanıyorum. Türk sineması diye bir şey yoktur diye cırladım aradan. Sessizlik... Faruk'un saçları dimdik oldu, Halit Refiğ filan dedi sinirlenerek. Nasıl n'olamaz Türk sineması!? Ama artık ben gazı almıştım, Halit Refiğ'in İtalyan yeni gerçekçiliğinin Anadolu taşra bir esinlenmesi hatta takliti olduğunu yumurtladım. İyice kızdı, Emre Kınay'da biraz kızdı hatırlıyorum. Beni köşeye sıkıştırmak için Yılmaz Güney'i ileri sürdüler. Saçmalamaya devam ettim; dedim ki, Yılmaz Güney Türk sineması değildir. Bireysel bir çabaydı, Yılmaz Güney, Yılmaz Güney sinemasıdır! Adam kendi yaptı bunu Türk sinemasına mal etmek anlamsız. Tartışma uzamış ama anlaşamamıştık. Hatta o gece dargın ayrılmıştık. Benim kafayı bulup saçmaladığımı ya da bilmişlik yaptığımı konuşarak kendilerini teselli etmişlerdir. Ama yıllar sonra yine söylüyorum: Türk sineması diye bir şey yoktur!


Ama Türk Sineması yoktur sonucuna nasıl vardın diye sorar, asal yanıtımı ve bunu destekleyen savı almak isterseniz; en basit tarifi ile şu olurdu: Türk sineması ucuz avantürler ve naif duygusal filmlerden birden bire entel filmlerine sıçramıştır. Şoför Nebahat'ten, Bir Kadın'ın Anatomisi'ne, Salkım Hanım'ın Taneleri'ne. Ne oluyor yahu? Ara geçiş yoktur Türk Sinemasında. Ne bir cinayet filmi var adamakıllı, ne de bir ajan filmi. Üstelik böyle bir ülkede. Bizans var İstanbul gibi bir şehir var elde ama uyduruk korku filmlerinden başka bir şey görmedik. Onlar da zaten yeni filmler. Böyle bir sinema olamaz. Türler tarihi olmayan bir sinema yoktur. Türkler film çeker o başka.

10 Kasım 2010 Çarşamba

INCEPTION

Castaneda okumuş olması lazımdı Nolan'ın...
Nolan'ın atmasyon filmi. Senaryosuna on yıl çalışmış. Biraz ağır çalışmışın diyorum. Her nedense Zindan Adasıy'la pek benziyorlar birbirlerine; ama Zindan Adası klasik trükleri ve boğucu atmosferini ustalıkla kullanarak işin içinden alnının akıyla sıyrılıyor. Inception ise çakma bir Matrix 4 olarak bariyerlere bindiriyor. Bu film hakkında fazla traş cildi bozar; ama bir senarist olarak kaçmış bir fırsattan bahsetmek istiyorum. Filmde, rüyalarda diğer kişiler hep rüyayı gören kişinin bilinçaltı yansımaları olarak verilmiş; on yıllık bir senaryo çalışması için oldukça zayıf bir sınır. Sorarım Nolan abiye, niye hiç anomaliler kullanmamış? Örneğin niye hiç insanların rüyalarında, nereden geldiği ve kaynağı belirsiz (ırksal bilinçdışından?) imgeler yok. Niçin bütün olaylar gündelik yaşamın biraz deforme bir kopyasına benziyor? İnsanlar rüyalarında kaplanlar, ejderler, mitik yaratıklar görmezler mi? Rüyalarda olaylar gri gökdelenlerde, otobanlarda, ciplerin içinde, toplantı salonlarında, otellerde mi geçer? Hayır. Bence ırksal bilinçdışından gelen bu tip imgelerin filme eklenmesi senaryoya boyut sıçratırdı; ama Nolan için çalışma süresini de uzun bir rüyaya bağlardı. İçinden çıkılmaz bir rüyaya. Yine de bu haliyle pek çekilmez olmuş, bu niteliksiz adamın milenyum rengi rüyalarının sentetik kimyası. Oysa Borges'cil rüyaların simyası nerede di mi?

7 Kasım 2010 Pazar

AMERİKAN SİNEMASI

Öğrenilmesi gereken bir çöplük. Amerikalılar aslında bu işte amele gibi çalışır ve hep vasat işler çıkarırlar. Bazı özel örnekler dışında hep paraya giderler. Şık filmler yaparlar ama; Amerikan sinemasına acırım aslına bakılırsa. Sadece Jöne ile Karo (Jeunet & Caro) bile bu kaliteli yetersizliği defalarca ispatladılar. Şarküteri'ye, Kayıp Çocuklar Şehrine, Amelie'ye bak anlarsın. Bunlar, ilgili olanakların feriştahına sahip olmalarına rağmen Amerikalılar'ın asla yapamayacağı filmlerdir. Daha niceleri var.


Yine de öğrenilmesi, çalışılması gereken bir çöplüktür sonuçta Amerikan sineması. Sinema Amerika'nın milli sporudur da ondan. Ronıld Regın'ın başkanlık yaptığı, Arnold Şivez-zeneger'in 'nin vali seçildiği bir ülkenin sinemasından bahsediyoruz. Biz de hiç Jüneyt siyasete atılmamıştır mesala. Neden biliyor musunuz? Çünkü atılamaz. Bu Bülent Ersoy'un kültür bakanı olmasını kabul etmek gibi bir şey olurdu. Türkiye'de böyle şeyler prim görmez. Ama Amerikada Avusturyalı bir et yığını Kaliforniya valisi olabiliyor. İşte sinemanın gücü. Konan'ı bile vali yapar. Keza Klinton oval ofiste ne filmler çevirmişti. Gözünü sevdiğimin Amerikan sineması.

PARÇALA BEHÇET

Aslına bakarsan hiçbir şey parçalayamaz. Parçalamamıştır da zaten. Yeşilçamın cesur ama nihayetine varmayan kahramanlarından. Tamam parçala da baba neyi parçalıyorsun? Karıları mı? Mafyayı mı? Neyi? Büyük ihtimalle hiçbir şeyi. Parçala Behçet taşralı bir anarşistin, seks furyasından faydalanarak Türk sinemasına sızma çabasıdır ama  aslına bakılırsa; özellikle senaristler ve yaratım adına çalışan diğer tüm katılımcılar ve Türk sinema tarihi adına zararlı bir yaratıktır. Parçala Behçet'miş. Çöp. Türk sinemasının çirkin küçük problemlerinden biri. Varlığı ile çirkin. Mecbur kalınmışlığı ile çirkin. Parçala Behçet, Yılmaz Güney'e bir hakaret gibidir. Sanki kültmüş gibi sevenleri filan vardır bu rezilliğin. 

6 Kasım 2010 Cumartesi

CÜCE

Par Lagerkvist'in sinemaya uyarlanmasını hayal ettiğim ama bir türlü uyarlanmayan ve asla uyarlanmayacak olan gotik eseri: Cüce. Sinemacı diye geçinen koca başların böyle yapıtlara nasıl sağır kaldıklarını ama Koku'yu  (Das Parfüm) niye çektiklerini anlayamam / anlayamıyorum.

SİNEMA TARİHİNİN EN MÜTHİŞ KAHRAMANI 2

Yine bir Japon'dan ve yine Toshiro Mifune'nin oynadığı bir karakterden bahsedeceğim için benimle dalga geçeceğinizi biliyorum. Lakin umrumda değil. 7 Sumaray'ı herkes bilir. Ben aradan çekilebilirim. Siz sadece Kikuchiyo'nun, şu sahte samurayın kahramanlığına bir bakın.

5 Kasım 2010 Cuma

ZAMAN SUÇLARI


Sevdiğim bir film gerçekten. Ağzım açık seyrettim bitene kadar. Bazı yerlerde de ensemdeki tüyler diken diken oldu. Hele Victor 1'in eve gelip ve Victor 2 biraz sonra eve gelmek üzereyken karısını sakinleştirmeye çalışması; kadını olayın dehşetinden uzak tutmak için gösterdiği o korkunç gerilimli çaba. Düşünsenize birazdan tam çıplak gerçekliğin içinde kadıncağızın kocasının kusursuz bir kopyasının çıkıp eve geldiğini ve kadının bununla yüzleştiğini. Tam bir çılgınlık. Nacho Vigalondo sıkı bir sinemacı.

SİNEMA TARİHİNİN EN MÜTHİŞ KAHRAMANI

Naaa niii?
Sanjuro'dan başka kim olabilir ki? Götü boklu Süpermen'mi? Uçan taytlı dallama. Kırmızı mavi kostümü var. Renklere bak? Trabzonspor'un amigosu musun süper kahraman mısın oğlum? Betmen'mi? Onun karizmasını yiyim ben. Maskeli baloya mı gidiyorsun dayı ne o üstündeki elli kiloluk kıyafet? İnsan onun içinde kolunu kıpırdatamaz be. Sipaydır zaten maymunluğun son noktası. Tavanda yürüyen adam. Ee? Ne oldu ben de yerde yürüyorum ne olacak? Amerikan süper kahramanlar tarihi tam bir egosal soytarılık gösterisidir. Bir de Sanjuro'ya bakın. Var mı böyle bir aşılmaz karizma? Süpermen gelse pelerini ile birlikte biçer lavuğu. Betmen'in zaten şansı yok. Bulaşmaz da Sanjuro'ya. Sipaydır biraz atlar zıplar filan ama sonunda o da tabii haçamat olur. Çünkü: Sanjuro bu! En esaslı kahramanlar insanlık tarafından red edilmiş kovgun kahramanlardır. Kural budur. Naaan niii? (Japonca "Ne dedin!?" anlamına gelmekte ve Sanjuro'nun filmdeki en sıkı diyaloglarından biridir)

Not: Ha biri çıkıpta Süpermen'de Betmen'de Sipaydır'da yanlızdı insanlıktantan kovgundu der, buna ne diyorsun diye sorarsa, şöyle yanıtlamak isterim: Onlar sadece birer şov yıldızı.  Kostümlü lavuklar! Sanjuro kostümsüzdür. Doktor Lecter' da kostümsüzlerden biridir. Örneğin onu ilk gördüğümüzde üstünde pijama vardı; ama Betmen'in Joker'den daha çok korkması gereken biri olduğu kesin değil mi?

4 Kasım 2010 Perşembe

STEPHEN KING

Son günlerde eski Stephen King uyarlamaları seyrediyorum. Çoğunluğun Stephen King'i korku gerilim yazarı gibi kolay bir tanımlama ile açıklamak eğilimi vardır. Doğru, Stephen King asla derinlikli bir yazar filan olmadı; ama Amerika'nın alt katlarını iyi biliyor. Kamyon şoförleri, ZZ. Top, bira, hindili sandviç, bar tuvaletinde iş tutan oduncu gömlekli ablalar, gece vardiyasında çalışan psikopatlar vb ile liste uzar gider. Stephen King bence bir Amerikan korku yazarından çok, taşralılığı asla unutulmaması gereken, kendine özgü yaratıcı reçeteleri ile de kült olmayı başarmış bir "Gorku Gerülüm yazarı"