23 Şubat 2012 Perşembe

MELANCHOLIA (2011)

Lars von Trier'in insan yalnızlığının buzdan çölüne gözlerini kırpmadan baktığı, vampirin kalbindeki kazık gibi son filmi. Giderek filmin kurcaladığı asıl yaranın insan yalnızlığı değil, insanın kendi yalnızlığına karşı olan duyarsızlığı olduğunu da anlıyoruz. Bu daha korkunç. İnsanı terk edilmiş bir hayvan gibi şuursuz yapan işte bu duyarsızlık. Yalnızlık bilinçsizliği diyebiliriz bu şifa bulmaz hastalığın adına. June evrende yapayalnız olduğumuzu söylüyordu. Ya gerçekten öyleyse? Peki biz ne yapıyoruz o zaman? Hala arabaların, malın mülkün, refahın, giysilerin, mücevherlerin peşindeyiz. Sonsuz boşlukta ne yapacağız bunları? Kendimizi avutmamız devasa körlüğümüzden başka nedir ki? Oysa çiçekler, kuşlar, sevgi, gelecek, çocuklar, aile, değer verdiğimiz ne varsa hepsi anlamsız bir kandırmaca ve biz öylesine bir sersemlikle yapışmış durumdayız ki elimizde olduğunu zannettiğimiz bu sahte iskambillere. Ne var ki bunların hepsi kaosun kara camında çırpınan sinekler. Ancak Melancholia yaklaşmaya başlayınca biraz uyanabiliyoruz. Claire gibiler ise hala uyanamıyor. Tüm dünya yok olurken sadece kendi yok oluşunun kaygısıyla uğraşacak kadar bencil. Ölürken bile başka birinden bir şeyler isteyebiliyor. Abraham'ı acımasızca döverken insanlık adına tiksindiğimiz June, marazi içselliği ile ondan daha yürekli çıkıyor sonuçta. Üstelik neydi o düğünün sonundaki fasulye yarışmasının anlamsızlığa tüy dikişi. Sanki her şeyin boşunalığı bir şişeye sığmış gibiydi. Biz de öyleyiz sonsuzlukta sürüklenen fasulyeler. Filmin tüm karakterleri de öyleydi: sonsuz bir uykuda ve o ölçüde kibirli, işe yaramaz yaratıklar. Kimse hiçliğin gazabından kaçamaz! O giysilerin, zenginliğin ve ihtişamın içinde yine de cahil, kırılgan maymunlar vardı. İnsanın evren karşısındaki çaresizliğine bakınca dehşete kapılıp içimizin sızlamaması imkansız. Eğer hala biraz erinç duyabiliyorsak ve hiçbir şeyi sorgulamadığımız hakkında bir şüphemiz yoksa ciddi biçimde yolunda gitmeyen bir şeyler var demektir. Bu noktada "Varoluşçuluk insancıllıktır" diyen Sartre'ı anlıyorum sanki. 


O yaklaşan mavi gezegen elbette dünyadan başka bir şey değildi. Sadece sonsuzlukta, bizim anlam verme çabamızdan sıyrılmış, çırılçıplak bir halde üstümüze doğru geliyordu o kadar. Tıpkı gözlerini dikmiş zalim bir kesinlikle izimizi süren ölümümüz gibi. Bir seyirlik ölümün kasvetli tadına bakmaktan çekinmeyen seyirciye öneriyorum bu metaforlarla dolu bıçak sırtı filmi. Sonrasına karışmam. Aman köprüye dikkat! 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder